Selma Caner
selmadvaita@gmail.com
19. yüzyılın ortalarından itibaren şekillenmeye başlayan modern psikoloji, bugün hepimizin bildiği üzere Sigmund Freud isminde bir düşünürün devrimsel nitelikteki ‘bilinçdışı’ kavramıyla yeni bir boyut kazanmış, psikanalitik yaklaşımın getirdiği insan bilincinde karanlık/bilinmeyen bir yönün davranışlara önemli ölçüde etki ettiği düşüncesi ondan sonra gelen araştırmaların seyrini de epey etkilemiştir. Bu yaklaşıma göre, insanın geçmişteki yaşantıları yaşam boyunca bilinçli deneyimi etkilemeye devam ediyor, ve özellikle erken yaşlarda oluşan travmalar uzun yıllar sonra bile kişide önemli psikolojik rahatsızlıklara yol açabiliyordu. Freud’a göre, psiko-sağlığın bozulmasının kabaca iki temel nedeni vardı: bastırılmış arzular ve korkular. İnsanın bilinçli düzeyde hissedip yaşayamadığı (gerek toplumal normlara uyuşmazlıktan gerekse de başka biyolojik etkenlerden ötürü) tüm temel arzular ve korkular ‘bilinçdışı’ denen alanda depolanıyor ve bilinçli yaşamı sekteye uğratıyordu. Freud ve takipçileri, ‘insanın hayvani yönü’ diye tanımlanan bu bilinçdışı alanı kısmen bilinçli düzeye getirip kişinin ‘yüzleşerek’ iyileşmesini sağlayan psikanaliz yöntemini kullanmakta ve birçok başarılı vakaya da imza atmaktadır.
Fakat, Freud’cu bakış açısına hakkını teslim etmekle birlikte, bu yaklaşımda insan bilincine dair eksik kalan birşeyler var gibidir. Bu yazının da ana konusu olan, insan bilincinin gelişim potansiyeli Batı Avrupa’daki psikanalitik akımda uzun yıllar göz ardı edilmiş, hayvani yönle (id) temas ve yüzleşme sağlıklı bir birey olmanın biricik anahtarı sayılagelmiştir. Freud’dan sonra gelen bazı isimler bu eksikliğin farkına vardılar ve insan bilincini daha geniş bir sahada ele almaya giriştiler. Örneğin, Jung, insan gelişiminin nihai hedefi olarak ‘bireyleşme’den (individuation) bahsediyor, daha sonraları Maslow ise insani ihtiyaçlar piramidinin en üst basamağına ‘kendini gerçekleştirme’yi (self actualization) yerleştiriyordu. Bu tür yaklaşımlarda ortak olan, Freud dilinde ilkel yönümüz ve toplumsal yönümüz arasında dengeli bir köprü kurmaya yarayan sağlıklı bir ben (ego) yapısının ötesinde, insanda başka belirleyici potansiyellerin da bulunduğu düşüncesiydi. Kısaca, bilincin alt katlarının keşfi, üst katların da varolabileceğinin sinyallerini veriyordu.
***
Bu yeni arayışlar 1960larda Transpersonal Psychology olarak adlandırılan yeni bir ekolun oluşmasına zemin hazırladı. Türkçeye Dr. Mustafa Merter tarafından ‘Benötesi Psikolojisi’ olarak çevrilen bu yeni akım, insanı, bastırmakta olduğu ilkel yanıyla yetinmeyip, eksikliğini hissettiği manevi boşluk üzerinden anlamaya çalışıyordu. ABD’de ortaya çıkan bu ekolun temel sorusu, biyolojik ve sosyal ihtiyaçları karşılandığı halde çağdaş insanın neden huzursuz olduğuydu. Kapitalist düzenin merkezinde, sınırsız rekabetin ve cinselliğin meşru ve özgür kılındığı bir ortamda yetişen, maddi olanaklarla çevrili modern insanın ruhunu daraltan neydi? Bu soruya yanıt bulmak, ‘ben’ kaygılarının ötesinde, insan varoluşunun manası üzerine kapsamlı düşünmeyi gerektiriyordu. Bu amaçla ilk kez Batı’nın seküler ahlak felsefelerinin ötesine geçildi ve Doğu’da tarihe mal olmuş Budizm, Hinduizm, Taoizm, Şamanizm gibi manevi öğretiler ve bazı dini mezhepler araştırılmaya başlandı. Sosyolojik açıdan bakıldığında, bu arayış özünde, modern tüketim kültürünün oluşmasına meydan veren ve yine bu kültürün hızla tahrip etmeye devam ettiği yitik değerlerin arayışıydı.
Benötesi Psikolojisi ekolu, William James, Carl Jung ve Abraham Maslow gibi düşünürlerin katkılarıyla, insanda, ‘açlık, cinsellik, güven ve saygınlık arayışı’ gibi temel içgüdüleri içeren alt bilinçdışı yanında bir de varoluşsal/ruhani içgüdüyü barındıran üst bilinçdışı bulunduğunu, ve bu alan da günışığına çıkarılmadan insanın tam anlamıyla huzura kavuşamayacağını söylüyordu. Başka bir deyişle, sosyal/ekonomik sınıf hiyerarşisinde en üstlerde bulunan bireyler dahi, eğer bu alanla temas kuramamış ve varoluşuna rehberlik edecek bir değerler bütünü veya hayat felsefesi oluşturamamışsa, ontolojik olarak alt katlarda yaşıyordu. Bu şekilde yeniden tanımlanan insan bilinci yukarıda sözü edilen manevi öğretilere kapı açarak, gelişimin hangi koşullar altında, ne tür değerler ve davranışlarla gerçekleşebileceğinin ipuçları aramaya başladı. Bir yandan spekülatif arayışlar sürerken, bir yandan da değişik bilinç halleri üzerine deneyler yapılıyor, örneğin meditasyon veya diğer manevi pratikler sırasında oluşan beyin aktivitesi ve duygudurumları inceleniyordu. Bütün bu çalışmalar sürecinde, maneviyat ekollerinin ana hedefinin insana birtakım kontrollü üst bilinç deneyimleri yaşatarak varoluşsal bütünlüğüne yaklaştırmak olduğu anlaşılıyor ve psikoloji biliminin bu pratiklerden tek tek veya sentezleyerek yararlanabileceği düşüncesi yaygınlaşıyordu. Gitgide artan sayıda uzman artık danışanlarına ilaç ve psikoterapi vermekle yetinmeyip, kişiliklerine ve kültürlerine uyacak şekilde manevi akımları araştırmayı tavsiye ediyordu.
Bu anlayışı benimseyen kişilerden biri de, uzun yıllar İsviçre’de eğitim görüp doktorluk hizmeti yaptıktan sonra 1980’lerin sonunda Türkiye’ye geri dönüp bağımsız çalışmalarını sürdüren Psikiyatrist Mustafa Merter. Modern psikoloji tarihinin geniş çaplı analizini yapan Merter, benötesi akımını, o zamana kadarki Batı psikoloji çalışmalarında fazla yer verilmeyen Sufizm bağlamında, tasavvufi açıdan ele aldı. Burada ayrıntılarına yer veremesek de, bu görüşün temelinde ‘çok katlı’ insan tasviri ve psikolojik sağlığın varoluşsal tekamülle yakından ilişkili olduğu tezi yatıyor. Merter, “Dokuz Yüz Katlı İnsan” adlı kitabında şunları söylüyor:
“İnsan olarak bizler özümüzden ve aslımızdan bihabersek veya uzak düşmüşsek kendi kendimize de yabancılaşmışız demektir. İçimizdeki ontolojik yükselme potansiyelini, içgüdüsel olarak daima hissettiğimiz için, ‘aynı katta’ kalmak, bir süre sonra bizi sıkar, içimizi daraltır.”
Tasavvuf öğretisinden yola çıkan Merter’e göre, istisnasız her insan bir potansiyeller bütünüdür ve bir ‘üst kata’ çıkmasının temel şartı “alan varoluş konumundan veren varoluş konumuna geçmesidir”. Bunun için de öncelikle bilincin bu asli yapısını her insanda görüp tanımak ve rasyonellikten kopmadan bir öğretiyi tutarlı bütünselliği içinde ele alıp uygulamak gerekir. Merter açısından, Sufizm bu anlamda tutarlı ilkeler ve değerler bütünü sunan bir sistem olarak anlaşılıyor. Sufi pratiği doğru bir şekilde yaşama geçirildiğinde, insan dikey gelişim göstererek yükseliyor ve karşılıksız sevgi, hoşgörü, yaratıcılık, altruizm, cesaret gibi üst bilinç durumlarını deneyimlemeye başlıyor. Merter’in tasavvuf odağı tabii ki teolojik temellendirmeye tabi, fakat bu konu kapsamımız dışında kaldığı için burada değinmeyeceğiz. Psikoloji bağlamında Merter’in gösterdiği ana hedef ‘psiko-hijyen’dir, ve bunun gerektirdiği –tüm dinlerde ortak olan- ahlaki prensipleri uygulamak için insanın inançlı olması gerekmez.
***
Modern insanın bunalımına bu açıdan bakıldığında, karşımıza, üretim-tüketim zinciri üzerinden biçilen değerler kültürü içinde ve küreselleşmenin yutup meta haline getirdiği yerel kültürlerin boşluğunda, bilincin gelişimine hiçbir şekilde hizmet etmeyen değerler peşinde koşan ve aynı katta bocalayıp neyin ters gittiğini bir türlü anlayamayan bir insan figürü çıkıyor. Bedenler, yetenekler ve birçok insani potansiyel bu ‘meta ahlakı’ içerisinde kılık değiştirerek araç yerine amaç oluyor, amaçlara ulaşıldığında ise aynı yerde kalmışlık hissi tekrarlanıyor. Öte yandan, ‘varoluşsal içgüdü’nün farkında olan bir kesim de kurtarıcı arayışında ‘anlam’ vaat eden her yola başvuruyor, ve ne aradığını tam olarak bilemeden metafizik spekülasyonların arasında kayboluyor. Günümüzde popülerleşmiş ‘yeni çağ’ manevi akımlarının çoğu bireylerin bu hassaslaşmış ruh durumunu ticari kaygılarla suistimal ederek, bir yandan da eklektik yapıları nedeniyle kafa karıştırıyor, kontrolsüz üst bilinç durumları yaratıyor ve sonuç olarak kalıcı/sağlıklı gelişim sağlamada yetersiz kalıyor.
***
İşte bu arayış ortamında, benötesi ekolündeki bazı gelişmeler, insanı, tek bir yönüyle özdeşleşmediği sürece, sınırsız potansiyelleri olan bir varlık olarak değerlendirme imkanı doğuruyor. Freud’cu tabirle ‘şehvet ve hayatta kalma dürtüsü’ bilincin bir yönünü temsil ediyorsa da, insanın bundan ibaret olmadığı, gelişebileceği, dönüşebileceği düşüncesi; o güne kadarki felsefi argümanlarda insanın ‘özünde’ iyi mi kötü mü, bencil mi fedakar mı olduğu tartışmasına farklı bir boyut getiriyor, ve Merter’in deyimiyle alt kişiliklere “evet sen bensin ama ben sadece sen değilim” diyerek üst katlara çıkma ideali varoluşsal motivasyon boşluğunu dolduruyor.
‘Benötesi insan’ yaklaşımının toplumsal anlamda da pek çok katkısı olabileceği açık. Özellikle eğitim ve hukuk alanlarında, (psikolojik) sağlık ve bilincin dikey gelişim potansiyeli odağa alındığında, buna yönelik çalışmalar olumlu sonuçlar verebilir. Okullarda, kurumsallaşmış tek odaklı din dersleri yerine - ve batı felsefesi tarihine ek olarak - insanlığın maneviyat tarihinin öğretilmesi, ve insanın değer arayışının psiko-hijyen/psiko-sağlık bağlamında ele alınması, ilkeli, duyarlı bireylerin yetişmesinde çok daha etkili olabilir. Sosyal sorumluluk projeleri ve insan hakları çalışmaları da bu şekilde temellendirildiğinde daha normatif ve motive edici hale bürünebilir. Kısacası, insanın, belli değerler ve eylemlerle yükseldikçe sağlık kazanan, bazı değerlerden ödün verdikçe de rahatsızlanabilen çok katlı bir varlık olarak anlaşılması, her alanda fayda sağlayabilecek bir yaklaşım olarak karşımıza çıkıyor.