Tufan Erhürman
Email: tufaner@yahoo.com
Modernitenin ortaya çıkışında, imanı akıl ve bilimle ikame etme, özgür ve özerk bireyi yaratma vaadi vardır.
Modern çağ, çoklarına göre Descartes ile başlar. Ama Kundera, herhalde bir romancı olmasının etkisiyle, Cervantes’i de onun yanına yerleştirir (Milan Kundera, Roman Sanatı, çev. Aysel Bora, İstanbul, Can Yayınları, 2005, s. 16). Elbette modernitenin romanla başladığını iddia etmek mümkün değildir. Ama romanın modernite ile başladığı, modern çağın bir edebi formu olduğu genelde kabul edilir.
Kundera, bu ön kabulden hareketle, romanın konusundaki değişimi, modernitenin geçirdiği evreleri esas alarak açıklamaya çalışır (Kundera, Roman Sanatı, s. 21).
Başlangıçta Cervantes (1547-1616) ve Don Kişot vardır. Nasıl ki modernitenin başlangıcında geniş anlamıyla dünya sınırsız ve keşfedilmeyi bekleyen bir “mekan” olarak algılanmış ve akıl ve bilim büyük bir hız ve iştihayla onu keşfetmeye koyulmuştur, Cervantes’in Don Kişot’u da, evini terk ederek, önünde alabildiğine açılan dünyaya doğru bir yolculuğa çıkmıştır (Kundera, Roman Sanatı, s. 20). Don Kişot’u okuyanlar bilirler: Romanın konusu, uçsuz bucaksız, sınırsız ve maceralarla dolu dünyaya yapılan yolculuktur.
Ama modernite hızla dünyanın yeni sınırlarını inşa etmeye başlamıştır. Modern devlet, ordusuyla, polisiyle, mahkemeleriyle, finans dünyasıyla, eğitsel ve sosyal kurumlarıyla ortaya çıkmış, bunların tümü bireyin özgürlüğünü sınırlamıştır. Bu evre, modernitenin birinci vaadiyle, “özgürlük”le ters düşmeye başladığı evre olarak da okunabilir. Kundera, Balzac’ın (1799-1850) romanda bu evreye tekabül ettiği kanaatindedir. Onun romanlarındaki “insan”ı bu gelişmelerden bağımsız bir biçimde kavramak mümkün değildir (Kundera, Roman Sanatı, s. 20).
Modernitenin üçüncü evresinde artık modern devlet ve toplum, tüm kurum ve değerleriyle oluşumunu tamamlamaya doğru evrilir. Bu evrede insanın özgürlüğünün sınırları daha da belirginleşir. Özgürlük sınırlandıkça azalmaktadır. Ama modernitenin bir diğer vaadi olan özerk, kabaca kendi aklıyla ve duygularıyla, toplumun geri kalanından ve devletten bağımsız biçimde davranabilen, eyleyebilen birey henüz kaybolmamıştır. Kundera, romanda bu evreyi Flaubert (1821-1880) ve Madame Bovary ile işaretler. Ona göre, Madame Bovary’de dünyanın kaybedilen sonsuzluğu, insanın iç dünyasıyla ikame edilmiştir (Kundera, Roman Sanatı, s. 20).
Aslında, belki de bu evreyi, takvimlere bağlı kalmaksızın, Flaubert’den ziyade Proust (1871-1922) ile işaretlemek gerekir. İnsanın iç dünyasının özgünlüğü Proust’un temel konusudur. Oysa Emma Bovary, Kırkoğlu’nun deyişiyle, “öteki olma arzusunun, öteki olmak için kurulan düşlerin ta kendisidir” (Serdar Rifat Kırkoğlu, “Öteki Olma Arzusu ya da Madame Bovary”, kitap-lık, Sayı: 104, Nisan 2007, s. 78). Emma’nın iç dünyası toplumun değerleriyle sınırlıdır. Kendini olduğundan farklı biçimde kurgular ama kurgularken kendi iç dünyasının değil, toplumun tercihlerinin ya da değerlerinin belirleyici olduğu hissedilir (Bu konuda bkz. Tufan Erhürman, Kıbrıslı Türklerin Halleri, Lefkoşa, Işık Kitabevi Yayınları, 2011, s. 127-133). Belki tam da bu yüzden onu, üçüncü evreden dördüncü evreye geçişte bir köprü olarak okumak gerekir.
Ve modernite, bu köprüden geçerek dördüncü evreye ulaşır. Bu evrede modern devlet artık mükemmelleşmiş ve Hobbes’un kullandığı benzetmeyle hakiki manada bir Leviathan’a dönüşmüştür. Toplum ve devlet, daha önce özgürlüğü elinden alınan bireyin özerkliğini de ortadan kaldırmaya başlamıştır. Birey, kararlarını kendi aklı ve duygularıyla verdiğini sanmakta ama aslında bu iş hiç de böyle olmamaktadır. Kundera’nın Thomas Mann’a atıfla söylediği gibi, birey davranmayı düşünmekte, düşünmeyi düşünmekte ancak onun varlığında aslında başkaları veya başkası düşünmekte ve davranmaktadır (Milan Kundera, Saptırılmış Vasiyetler, çev. Özdemir İnce, İstanbul, Can Yayınları, 1995, s. 15).
Bu evrede modernitenin önce vaat ettiği sonra da kutsadığı akıl, özellikle de eleştirel akıl tutulmaya başlar. Kundera’nın deyişiyle, Broch’un, modern çağın akıl dışı imanın saltanatından imansız dünyada akıl dışının saltanatına götüren köprü olduğunu anlatması boşuna değildir (Kundera, Roman Sanatı, s. 68).
İşte bu noktada Kafka (1883-1924) çıkar sahneye. Ona göre, insanın davranışlarını belirleyen o sınırsız iç dünya falan değil, dış koşullardır. Bu düşünce Kafka’nın eserlerindeki kahramanların adlarına bakılarak da fark edilebilir. Yazarın 1915’te yayımlanan uzun öyküsü Dönüşüm’ün kahramanı Gregor Samsa’dır. Tamamlanmamış ilk romanı olan Amerika’da Karl Rosmann çıkar karşımıza. 1925’te yayımlanan Dava’daki Josef K, 1926’da yayımlanan Şato’da (yalnızca) “K”’ya evrilir.
Kahramanların isimlerinde gözlemlenen bu “daralma” kanımca “ben”in, insanın özgürlüğünün ve özerkliğinin toplum ve Leviathan (devlet) karşısında büzüştükçe büzüşmesinin parlak bir metaforu olarak da okunabilir.
Dava’nın Josef K.’sı ve Şato’nun “K”’sı, mahkeme veya şato karşısında adeta hayal dahi kuramaz haldedirler artık (Kundera, Roman Sanatı, s. 21).
Bu evrede yazılan romanın karamsarlığın esiri olduğunun düşünülmesi tam da bu sebepledir. Kafka’nın romanlarında yarattığı dünyayı ifade eden “Kafkaesk” çoğunlukla karanlığı ve karamsarlığı çağrıştırır. Kundera’ya göre Kafkaesk, esas itibarıyla, ne özel alanla ne de kamusal alanla sınırlı olan, kamusalın özelin aynası olduğu, özelin de kamusalı yansıttığı bir dünyadır (Kundera, Roman Sanatı, s. 126). Karınca kararınca, Yüzleşme, Yozlaşma ve Yazışma’da Kıbrıs’ın kuzeyi için kurmaya çalıştığım dünya tam da böyle bir dünyadır.
Karamsarlığın sebebi belki de Kafkaesk değil, aynadan yansıyanlardır!
Ama Kundera, karamsarlığa yenilmek istememesi sebebiyle olsa gerek, bulur buluşturur, muhteşem bir dize kadar güzel bir umut düşürür Kafka’nın romanına. Yazarın Kafkaesk dünyanın içindeki insanın kendini gerçekleştirme olanaklarını araştırdığını söyler ve bu çabaya örnek olarak Şato’daki sevişme sahnesini gösterir: “Aşk değil, insan sürgündeyse ve her şeyden yoksun kalmışsa, pek az tanıdığı, bira şişeleri arasında seviştiği mini minnacık bir kadın -işe aşk maşk karışmaksızın- bütün bir evrene dönüşür” (Kundera, Saptırılmış Vasiyetler, s. 44).
Bir yıldız kayması kadar güzel, şaşırtıcı ve gönendirici bir andır bu. Sürgünün evreni bu an içredir.
Kanımca, Kundera’nın Şato’nun kahramanı olan Kadastrocu için “sürgün” kavramını kullanmış olması son derece ilginç ve önemlidir. Çünkü kendisi, romanın Cervantes’ten Kafka’ya kadarki sergüzeştini şu sözcüklerle özetlemektedir: “Üç yüz yıllık bir yolculuktan sonra, köyüne bir kadastro memuru kılığında dönen Don Kişot’un ta kendisi değil mi bu? Bir zamanlar maceralardan macera beğenmek için yollara düşmüştü, şimdiyse şatonun alt tarafındaki bu köyde seçip beğenme hakkı yok, macera ona dayatılmış” (Kundera, Roman Sanatı, s. 21).
Kadastro memuru, üç yüz yıllık bir yolculuktan sonra nihayet evine dönmüştür. Bu durumda ona “sürgün” demek mümkün müdür?
Evet mümkündür. Ama o, bildik manada kendi ülkesinden sürülen bir sürgün değil, kendi yurdunda sürgündür.
Necip Fazıl, 1926’da yazdığı “Aynadaki Halime” adlı şiirde kendi yurdunda sürgün olanın halini şu dizelerle anlatır:
“Eğri dallar gibi halsiz, yorgunsun,
Birikmiş sulardan daha durgunsun,
Görünmez bıçakla içten vurgunsun
Seni öz yurdunda bir sürgün gördüm”
Kundera ise bu hali Almanca bir sözcükle açıklar: Die Entfremdung. “Göçmenlik yalnızca kişisel açıdan bile güç bir iş. Her zaman özlem acısı düşünülüyor; ama en kötüsü yabancılaşmanın verdiği acıdır; Almanca die Entfremdung sözcüğü söylemek istediğimi daha iyi açıklıyor: bize yakın olan şeyin yabancıya dönüştüğü süreç. Göçülen ülkeye Entfremdung çekilmez: Orada tersinedir süreç: yabancı olan yavaş yavaş yakın ve önemli olur... Yalnızca, uzun bir ayrılıktan sonra anayurda geri dönüş dünyanın ve varoluşun özdeksel özgünlüğünü ortaya çıkarabilir”. (Kundera, Saptırılmış Vasiyetler, s. 79).
Görüldüğü gibi sözü edilen, evsiz kalmak ve bir daha asla evi olamayacağını fark etmektir. Mehmet Yaşın, “Ithake Yok” adlı şiirinde, “Demir atacağın bir liman yok bu yolculukta/ Ithake diye bir yer yok” dizeleriyle anlatır bu konudaki farkındalığı.
Ve sürgün anlatısının büyük ustası Said, “sürgün bir insanla doğup büyüdüğü yer arasında, benlik ile benliğin gerçek yuvası arasında açılan onulmaz gediktir. Özündeki kederin üstesinden gelmek mümkün değildir” der (Edward Said, Kış Ruhu, çev. Tuncay Birkan, İstanbul, Metis Yayınları, 2000, s. 28).
Elbette son derece kederli, mahzun bir haldir bu. Ama modernitenin dördüncü evresine tekabül eden romanların yazarı için bu hüzün istenmeyen bir şey değil, kendi ahlakının tanımlayıcı unsurudur. Çünkü Adorno’nun dediği gibi, bugün “kendi evimizi ev olarak görmemek, orada kendimizi ‘evimizde’ hissetmemek ahlakın bir parçasıdır” (Theodor W. Adorno, Minima Moralia, çev. Orhan Koçak-Ahmet Doğukan, İstanbul, Metis Yayınları, 1998, s. 41).
O halde toparlayalım: Bugün içinde bulunduğumuz evrenin romanı neyi anlatır?
Değişen pek çok şeyin yanında, elbette değişmeyen şeyler de vardır. Değişmeyen şey, romanın modernitenin başından beri “ben”i, insanı anlattığıdır (Kundera, Roman Sanatı, s. 35). Modernite, insanı özgürleştireceğim, özerkleştireceğim derken onu adeta unutmuş, hatta unutturmuştur. Roman, Kundera’nın dediği gibi, bu unutulmuş varlığın peşindedir (Kundera, Roman Sanatı, s. 16). Ve bu evrenin romancısı, onu keşfetmek için kendi yurdunda sürgünde yaşamayı göze alandır.
(Bu yazı, 5.9.2014 tarihinde Işık Kitabevi Kitap Fuarı’nda yapılan konuşmanın tam metnidir).