Hakkı Yücel
yucelh@kibrisonline.com
Önce aylık bir dergi olarak çıkmaya başlayan, 9. sayısından itibaren ise Yenidüzen Gazetesi ile birlikte dağıtılan haftalık otonom-özerk bir ek olarak yayınını kesintisiz sürdüren ‘gaile’, iki haftalık bir moladan sonra, 383. sayı ile yeniden yola koyuldu. Bu ara vesile oldu, ‘gaile’yi kendi aramızda yeniden konuştuk. Nihayetinde yedi yılı bulan bir maceraydı bu ve başlangıcından bugüne geldiği noktayı değerlendirmek adına geçen süre az bir zaman değildi. Önümüzde duran soru şuydu: Hareket alanını özgürlükçü, eleştirel, demokratik değerleri ve duyarlılıkları gözeten, nitelik olarak anlamlı bir düzey tutturmaya çalışan ve buradan hareketle Sola’a dair geniş ufuklu (yeni) bir dil inşasına harç koyma çabası olarak belirleyen ‘gaile’, iddiasını ne oranda gerçekleştirebildi? Bu soruya yanıt vermeden önce büyük fotoğrafa bakmakta yarar var.
Yakın siyasal-entelektüel tarihe şahit olanlar ya da onu izleyenler, o geçmişte, özellikle Sol hareketlerin kendilerini hemen daima bir yayın organıyla var ettiklerini hatırlayacaklardır. (Aslında bu durumun, geniş zaman ve mekân ölçeğinde ele alındığında, Sol adına evrensel bir gelenek olduğunu söylemek de mümkündür.) Ağırlıklı olarak belli bir görüşün propaganda aracı olarak işlev görseler de, Sol’un tabiatı gereği, ait olunan siyasal ideolojinin teorik yükünü ve açılımlarını da kapsayan bu tür yayınlar, siyasal-entelektüel akılların buluştukları platformlardır da aynı zamanda. Bunun böyle olmasında ise şaşılacak bir yan yoktur, çünkü Sol sadece siyasal bir proje değildir; bununla birlikte dönüştürücü-devrimci yeni bir anlayış ve tavırla mücehhez -bu iddiayı taşıyan- , yeni bir insan ve toplum tasavvurudur ki bu da, siyasal olanın yanında açımlayıcı, niteliksel bir bilgiyi/bilinci de gerekli kılmaktadır. Hal böyle olunca tam da burada yeni bir bilgi, yeni bir bilinç kendini dayatmakta, Marxist terminoloji ile ifade edecek olursak, ‘teori-pratik’ birlikteliği ve ilişkisi Sol’u siyasal bir pratik olduğu kadar, teorik bir düşünce olmak konumuna da getirmektedir. Bu yüzdendir ki Sol’un kendini bir yayın organı üzerinden de ifade etmesi adeta vazgeçilmez bir alışkanlığıdır.
Bu böyledir de, tarihsel birikimi ve deneyimi şunu da göstermiştir ki, Sol’da siyasal(ideolojik)-entelektüel akıl buluşmasıyla gündeme gelen bu ilişki, genel olarak entelektüel aklın siyasal (ideolojik) akla tabiyet ilişkisi biçiminde tezahür etmiştir. Bir başka ifadeyle (Sol) entelektüel akıl, son kertede, Sol siyasal-ideolojik aklın ve onun çıkarsamalarının-önermelerinin doğrulatıcısı, haklılaştırıcısı olarak işlev görmüş ve bu da çoğunlukla onun, nesnesini ‘eleştiren’ olmak yerine ‘onaylayan’ bir mahiyet/konum kazanmasına yol açmıştır. Sol entelektüel aklı, ait olduğu siyasetin ve siyasal ideolojinin ‘organik’ bir parçası haline dönüştüren bu ilişki biçimi ise giderek o aklı (entelektüel aklı) organik parçası haline geldiği siyasal ideoloji ile özdeşleştirmiştir. Sonuç olarak bu özdeşleşme hali entelektüel aklın nesnesine mesafe almasını engellediğinden, onu sadece ‘içerden’ konuşan ama kendine ‘dışardan’ bakamayan (dahası böyle bir teşebbüsün bile bir ihanet olarak algılandığı) bir konuma indirgemiştir.
Denilebilir ki, Sol siyasal-düşünce tarihinde entelektüelin (aydının) işlevinin ne olma(ma)sı gerektiği, temel tartışma konularından birisini teşkil etmektedir. Özellikle A.Gramsci’nin belirleyici bir rol oynadığı bu tartışmalarda ona göre entelektüeller ‘geleneksel’ ve ‘organik’ olarak iki büyük gruba ayrılmaktadır. Bu ayrıma göre ‘geleneksel entelektüeller’ belirli niteliklere sahip olan ve “kendilerini hâkim toplumsal gruptan özerk ve bağımsız olarak ortaya koyan” kesimlerdir ve bunların entelektüel faaliyetleri genellikle kendi meslek/uzmanlık alanlarıyla sınırlı kalmaktadır. Bir bakıma ‘cam kulesi’ne çekilen ve bilgiyi daha çok kendi uzmanlık alanlarında üretip orada tüketen bu kesimler, hayata-toplumsal olaylara doğrudan müdahil olmaktan çok onun izleyicisi ve gözlemleyicisi olmakla yetinmektedir. Öte yandan ‘organik entelektüeller’ ise “ekonomik üretim dünyasında ortaya çıkan her yeni grup tarafından organik olarak” yaratılmaktadır. Bu tür entelektüeller genelde “organik olarak ait oldukları sınıfın fikirlerini ve özlemlerini yönlendirmekteki işlevleriyle” diğerlerinden (geleneksel entelektüellerden) farklı bir durum sergilemektedir. İşte tam da burada Sol ‘organik entelektüeller’ kendilerini ait olarak gördükleri işçi sınıfının ideolojisinin ve onun siyasal mücadelesinin ‘organik’ unsurlarıdır ve bu bağlamda kendilerine biçtikleri tarihsel misyon da, hem bu kesimlere bilgi/bilinç aktarmak ve hem de onların siyasal mücadelelerinde öncü rol oynamaktır. Özellikle Lenin’de ve onun ‘Leninist parti modeli’ örgütlenmesinde böylesi bir işlevi yerine getiren Sol entelektüellerin, tarihsel olarak yaşadıkları en büyük çıkmaz da burada gerçekleşmektedir. Öyle ki, kendilerini ait oldukları şeyle özdeşleştirmeleri sonucunda o şeye karşı yeterince eleştirel olma şansını yitirmekte, ona sadece ‘içerden’ bakan ama ‘dışarıdan’ bakamayan bir tek boyutluluk halinin yaşanmasına yol açmaktadır. Hayatı sadece gözlemlemekle kalmayıp ona aynı zamanda müdahil olmak gibi bir gücü içkin ‘organik entelektüel’in, giderek buradan sıkıntı yaşamaya başlamasının, onun kendini nesnesinden yeterince bağımsız kılamamasından kaynaklandığını söylemek yanlış olmasa gerektir.
Sözü edilen bu sorunlu ilişkiyi daha iyi anlayabilmek açısından dile getirilmesi gereken bir başka önemli husus daha vardır ki, o da şudur: 18.nci yüzyıldan itibaren -bir başka ifadeyle modern dönemle birlikte- entelektüel’in “evrensel hakikatin sözcüsü olduğu” ve bu hakikati, ondan habersiz ya da onu bilmeyen kitlelere taşımak -onu aydınlatmak- gibi bir işlevi olduğu genelde kabul gören bir anlayıştır. Onun sahip olduğu evrensel hakikat bilgisiyle kitleleri hem aydınlatmak ve hem de onları içinde bulundukları zor durumlardan kurtarmak gibi siyasi, ideolojik ve ahlâki yükümlülükleri vardır ve ancak bu yükümlülükleri yerine getirdiği oranda o gerçek bir entelektüeldir.
Modernite ile birlikte ortaya çıktığını -ya da güç kazandığını- söyleyebileceğimiz bu anlayışın Sol entelektüelde karşılık bulması ise çok kolaydır ve nitekim de öyle olmuştur. Ancak bir başka şey daha olmuştur: Sol entelektüel aklın Sol siyasal-ideolojik akla tabiyeti (onun organik parçası olması, onunla özdeşleşmesi) onun tevarüs ettiği evrensel hakikati sahiplenme ve sözcüsü olma misyonunun giderek salt kendi doğrusunu tek evrensel ve mutlak doğru (hakikat) olarak algılaması gibi bir sonucu doğurmuş, bu da onun (entelektüel aklın) zaman içinde otoriterleşmesini, eleştirilere kapalı, buyurgan bir hal almasını kolaylaştırmıştır.
Sonuç itibarıyla ‘geleneksel entelektüel’ kendi ‘cam kulesi’nde ömür tüketirken; mutlak ve yanılmaz doğrunun (hakikatin) sahibi, sözcüsü ve uygulayıcısı konumuna indirgenen ‘organik entelektüel’ de, kendini kendi doğrusuyla ve hakikatiyle sınırlayan bir hareket alanı içinde hüküm sürer hale gelmiştir. Sol’un tarihsel serüvenine büyük oranda damgasını vuran bu süreç, 20.nci yüzyılın sonu itibarıyla yaşanan gelişmelerle artık geçerliliğini yitirmiştir. Şundan ki; birincisi, hakikatin ve doğrunun mutlak ve tek olmadığı (birden çok hakikat ve doğru olduğu) gerçeğinin anlaşılması, Sol entelektüel aklın nesnesiyle (Sol siyasal ideolojiyle) arasına mesafe koymasını, yani onun kaçınılmaz organik unsuru olmak yerine onunla özgürlükçü, eleştirel ve yaratıcı/dönüştürücü bir ilişki kurması gerekliliğini ve zorunluluğunu gündeme getirmiştir; ikincisi ise,18.yy.dan bu yana entelektüelin evrensel hakikatin sahibi, sözcüsü olduğu ve bunu kitlelere aktarmak, onları aydınlatmak ve siyasal mücadelelerinin öncüsü olduğu tespitinin sorgulanmasını ve gözden geçirilmesini zorunlu kılmıştır. (Hatta Foucault’a göre entelektüel kendine biçtiği bu misyonu artık terk etmek zorundadır)
Buradan bakıldığı zaman Sol entelektüel aklın bugün itibarıyla epistemolojik ve siyasal bir dönüşüm geçirmesi, yani hem bir zihniyet dönüşümü yaşaması ve hem de siyasal-ideolojik akılla dönüştürücü yeni bir ilişki içine girmesi kaçınılmaz görünmektedir. Bu da herhalde (Sol) entelektüel aklın öncelikle nesnesine mesafe alabilen (ona aynı anda ‘içerden’ ve ‘dışardan’ bakabilen) özgürlükçü, eleştirel ve yaratıcı bir akıl ve dil oluşturmasıyla mümkün olabilecektir.
Buradan başta sorduğumuz soruya geri dönecek olursak, 383 sayıya ulaşan bir süreci arkasında bırakan ve yola devam kararlılığında olan ‘Gaile’, kendi sınırlı ve mütevazı gücüyle işte bunu gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Bu bağlamda kimseye akıl tarif etmek, evrensel hakikatin bilgisine sahip olmak ve onun sözcülüğüne ya da kitlelerin kurtarıcılığı rolüne soyunmak gibi bir misyonu yoktur. Aksine toplumsal-siyasal-kültürel yaşamımızda karşılığı olan, Sol’un temel değerlerini gözetmeye çalışırken hem epistemolojik olarak ve hem de siyasal-ideolojik-kültürel seçenek oluşturmak adına özgürlükçü, eleştirel, demokratik bir dilin ve zihniyet dönüşümün hayatiyet bulmasına mütevazı katkılar koymak gibi bir ‘gaile’si vardır. Bunu yaparken de kendi özerkliğini ve otonomisini korumak, olaylara ve olgulara mesafe alarak yaklaşmak temel hassasiyetleri olduğu kadar, kendisini de eleştirilere açık tutmak vazgeçilmez varoluş ilkeleri arasındadır.
Bu konuda ne denli başarılı olduğunu, ne tür bir ihtiyaca karşılık verdiğini ise bugüne kadar yaptıkları ve bundan sonra yapacakları gösterecektir.
*Bu yazı, yazarın “50.sayısında gaile” yazısının yeniden gözden geçirilmiş halidir.