Molloy’un Gazı ve Çürümenin Kokusu

Hakkı Yücel

T24 yazarı Aydın Engin 23 Aralık 2020 tarihli yazısında,  Türkiye’deki siyasal iklimin insanı sık boğaz eden boğuculuğundan söz ederken, buradan bir çıkış yolu olarak da, “öfkeden patlayacak hale gelindiğinde sığınılacak tek liman” dediği “mizah”ı işaret ediyordu.  Aynı şey, zaten şaibeli olan, Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinden başlayarak hükümet kurma sürecinde yaşanan gelişmelerle iyice ayyuka çıkan KKTC’deki siyasi iklim için de geçerli. Kurulan ilişkiler, kullanılan sözler, o sözlere ve sergilenen vıcık vıcık tavırlara yüklenen anlamlar, siyaseten ve ahlâken bir çürüme, bir dibe vurma haliydi. Bu rezilliğin, “eskiden de böyleydi” açıklamasıyla -bir yanlışın bir başka yanlışla doğrulanmasındaki pespayelik rezillikten başka ne olabilir- haklılaştırılmaya çalışılması; keza yargıdan kaçarak bir yıldır meclise uğramayan milletvekilinin istifasının oylanmasında hesabını kesmek değil, ananın ak sütü gibi helaldir “ye da gorkma!” misali evlere şenlik tutum,  “öfkeden patlayacak hale” gelinen ruh durumunu hatırlatıyordu. Engin’den mülhem, bu boğucu havayı solurken Samuel Beckett’in ve onun ünlü üçlemesinin (Molloy, Malone Ölüyor, Adlandırılamayan. Ayrıntı yayınları) aklıma düşmesi işte tam da bu yüzden.   

Tecrübeyle sabittir -kendi tecrübelerimden biliyorum-, İrlandalı yazar Samuel Beckett böylesi zamanlar -aslında bütün zamanlar- için adeta bir ilaçtır. En azından benim için öyledir.  Şimdilerde ‘Üçlemesi’ni yeniden karıştırıyorum.  Eski okumalardan kalma altı çizilmiş satırlarla karşılaşınca, o zaman onları niçin çizdiğimi ve şimdi şu anda çizdiklerimi neden o zaman es geçtiğimi de düşünüyorum bir yandan. Edebiyatın mucizesi galiba bu,  insanın anlam ve duygu dünyasının gelişim sürecinin izlenmesini bakımından benzersiz bir işlevi var. Beckett bunun için iyi bir nirengi noktası mıdır diye sorarsanız, tam isabet derim. Nedeni, metinlerinin çoklu okumalara açık olması. Üçleme’nin yeri ise apayrı; burada ‘çürüyen bedenlerin’ (çürümenin/kokuşmanın) ya da varoluşlarını gün güne çürümekte olan bedenlerinden koparıp zihinsel dünyalarında yaşayanların hikâyesi vardır. Bu hikâye anlatılırken kelimelerin kahramanların önüne geçmesi ise tam bir Beckett klasiği.

Bilenler bilir, Beckett okumak büyük ve de zorlu bir serüvendir; engeli boldur, zirvesi gökyüzü ile kesişen, gölgesi dipsiz bir çukura düşen ıssız bir dağa tırmanmak gibidir. Tam zirveye ulaştığınız hissine kapılmışken bir anda ayağınız kayabilir ve dibi boylayabilirsiniz, dalgınlığa gelmez, onun için (sözcüklere) sağlam tutunmak gerekir; ancak yolunuza döşenen o engelleri teker teker aşmaya görün, işte o zaman büyük bir işi başarmış olmanın doyumsuz keyfi sizindir. Onun “bugüne kadar hep denedin, hep yenildin, bir daha dene, bir daha yenil, daha iyi yenil” derken asıl anlatmak istediği de galiba budur. Beckett okurken bazen kahkahaya boğulursunuz, bazen derin düşüncelere dalarsınız, yer yer içiniz acır, sonra birden hafiflediğinizi hissedersiniz ve uçacak gibi olursunuz. Onda her zaman insanı gülümseten bir hüzün vardır, ya da belki şöyle demeli, kederlenirken gülmek, gülerken kederlenmek vardır. Ne kadar görünmez kılsa da onun dünyasında insanın kendisi ya da hayali ve de sonsuz halleri vardır. İşte ‘Üçleme’ bütün bunların toplamı ve daha fazlasıdır. Bu eserinde üstat, yaşamlarının sonuna gelmiş sakat insanları, onların acizliklerini dile getirir; ‘çürümenin romanı’ da denebilir ya buna, belki asıl altı çizilmesi gereken, içinde bulunduğumuz zamanı ve o zamanın ruhunu yansıtması kadar (şu an, burada, siyaseten ve ahlâken tanık olduklarımızla yaşadığımız zaman, bir bakıma ‘çürümenin/kokuşmanın zamanı değil mi), bütün zamanları aşan, aşkın metafizik bir serüven olmasıdır.

Beckett okumak aynı zamanda bir oyundur. Bu duyguyu onu okurken ben de yaşıyorum. Üçleme’de örneğin, dönem dönem kendi adını bile unutan, annesinin adını hatırlamakta ise hep zorlanan Molloy’un kimi söylediklerini dönüp tekrar tekrar okuyor ve ağız dolusu -hatta gözlerim ıslanacak kadar- gülüyorum. Şuraya bakar mısınız lütfen: Molloy (s.33), kışın soğuktan korunmak için paltosunun içine kesilmiş gazete parçaları yerleştirdiğini ve bunları nisan ayına kadar hiç çıkarmadığını (bu arada Times Gazetesi’nin Yazın Eki’nin hem çok sağlam ve hem de gözeneksiz olması nedeniyle bu iş için en uygun olduğunu da ayrıca belirtiyor; yoksa Beckett burada hem dönem basınına hem de edebiyata laf mı sokuşturuyor) söylemektedir. Ancak bir sorunu vardır, sürekli gaz çıkarmaktan şikayetçidir, “ikide bir barsaklarımdan gaz çıkarıyorum, bu nedenle ne kadar tiksinsem de arada sırada bundan söz etmem kaçınılmaz oluyor” diyerek bu şikayetini dillendirmektedir. Sonra nezaketi bırakır, ‘gaz çıkarmak’ demekten vazgeçer (ben onun söylediklerine sadık kalıyorum ve affınıza sığınarak olduğu gibi aktarıyorum) ve şöyle anlatır: “Bir gün saydım. On dokuz saatte üç yüz on beş osuruk, yani ortalama olarak saatte on altıdan biraz fazla. Aslında pek fazla değil. Her çeyrek saatte dört osuruk. Hiçbir şey değil. Hatta dört dakikaya bir osuruk bile düşmüyor. İnanılmaz bir şey. Yahu ben osurmuyormuşum bile, söz etmeye bile değmezdi bundan. Matematiğin kendinizi tanımanıza yardımcı olması, ne olağanüstü bir şey..”

Beckett âlem bir yazar (dâhi mi demeliyim yoksa). Bir ayağı çukurda sakat Molloy’a neler de söyletiyor. İhtiyar on dokuz saatte üç yüz on beş kez osuruyor, sonra öyle bir matematik hesabı yapıyor ki  “yahu ben osurmuyormuşum bile” diyebiliyor. Bununla da kalmıyor, çok da bilgece konuşuyor ve “matematiğin kendinizi tanımanıza yardımcı olması, ne olağanüstü bir şey” diyerek sırtını bilime dayamak suretiyle kendini garantiye alıyor. Beckett ve onun dört dakikada bir tekrarlayan osuruklarının hesabını yapan ve sonra da neredeyse hiç gaz çıkarmadığı -yani ne çürüme, ne koku- sonucuna varan kahramanı, matematik dâhisi(!) Molloy, bugüne dair bir şeyler hatırlatmıyor mu sizlere?    

Dış müdahale var (“Eskiden de vardı!”), meclisin kısm-i azamisi asgari görevini yerine getirip devamsızlığı vekilliğini sonlandırmaya yetmesi gereken siyasiyi değil cezalandırmak, aksine taltif ediyor (“Ye da gorkma!”) mu diyorsunuz; hızınızı alamıyor, güzelim memlekette siyasi ve ahlâkî çürümeden/kokuşmadan mı söz ediyorsunuz? Siz öyle diyorsunuz ama müjde, 13. maaşınız cebinizde. Bir kâbus yılı olarak tamamlanmakta olan 2020’nin son günlerinde, -devlet kulusunuz ya-,  cebiniz çifte maaşın sıcaklığı ile ısınacak, yüzünüz gülecek. Özel sektördekiler mi…?  Boş verin canım, altında kalanın boynu kopsun. Şimdilerde cebinize aktarılan para handiyse yaprak kımıldamayan çarşıya akacak, esnafın yüzü de gülecek.  Az şey mi?

Büyük soru ise şu: Şimdi siz, hâlâ siyasi/ahlâkî bir çürümeden/kokuşmadan söz etmeye devam mı edeceksiniz; yoksa ceplerinizi ısıtan paranın sıcaklığı şimdilik ateşinizi söndürdü, tatlı yeli çürümenin kokusunu dağıttı diye her şeyi

unutacak ve hiçbir şey olmamış gibi hayatınıza geri mi döneceksiniz? Molloy kolayını bulmuş, on dokuz saatte üç yüz on beş kez gaz çıkarmasına ve etrafı kokutmasına rağmen yaptığı matematik hesabı ile -ondan iyi bir siyasetçi olurdu- neredeyse hiç gaz çıkarmadığı ve etrafı kokutmadığı sonucuna vararak huzura ermiştir. O hesap buralarda tutar mı bilmiyorum ama o hesabı yapanlar yapmaya devam ede dursunlar,  şu gerçeğin de aklıdan çıkarılmaması gerekir: Bugün şikayet edip durduğumuz siyasiler gökyüzünden zembille inmiyor;  çürüdüğünden/kokuştuğundan dem vurduğumuz siyasi iklim de kendiliğinden oluşmuyor. Seçilen siyasiler meşruiyetlerini bizim iradelerimizden geçerek alıyor; siyasi iklimin niteliği ise bizim tercih, taleplerimiz ve etkinliğimizin mahiyetiyle belirleniyor. Yani siyasiler ve siyasi iklim çürümüş/kokuşmuşsa bu bizlerin de çürümekte/kokuşmakta olduğumuz demek oluyor.

Beckett’in ‘Üçleme’sini sizlere de hararetle tavsiye ediyorum…