I
kktc'nin kendisi eğer bir müdahalenin sonucuysa – ki öyledir – kktc'ye dair süreçlerin kendisi de bu müdahalelerin yankılarıyla şekillenecektir elbet. Geçmişte olduğu gibi şimdi de. İsimler, partiler, iktidarlar ve hükümetler değişebilir, farklılaşabilir, fakat “tekrar” değişmez. AKP'nin, Kıbrıslı Türkleri'nin kurumlarından gündelik/kamusal hayat deneyimlerine, değer yargılarından siyasal alışkanlıklarına kadar her alanda bir 'kendine benzetme' uğraşı, pek tabii ki seçim alanına da yansıyacaktı. Hatta son günlerde yaşanan müdahaleler iktidar kesimleri o kadar içselleştirilmiş ve normalleştirmişler ki, bunu aleni, açık ve meydan okurcasına yapabiliyorlar. UBP liderliğinin 'AKP Kıbrıs kolları' gibi hareket etmesi, sadece müdahalenin veya AKP'nin niyetini değil, aynı zamanda kktc gerçeğini ve bununla birlikte yapısal meselelerin üzerine gidilmedikçe toplumsal muhalefetin yaşayacağı çıkmazları da göstermekte.
II
Elbet yaşananların bir yüzü böyle. Fakat bir yüzü de AKP'nin hırçın, çatışmacı ve müdahaleci karakteriyle ilgili. Hani herkes bu seçim “çatışma değil uzlaşı” diyor ya, AKP'nin Türkiye'de, bölgede, coğrafyada ve Avrupa'da çatışmadığı, kırıp dökmediği, hırçınlaşmadığı odak mı kaldı? Kimse bu soruyu sormuyor.
III
Öte yandan AKP'nin bugüne kadar seçimlere ve Kıbrıslı Türklerin kamusal alanına dair yaptığı her müdahalesi ters tepti. Bu müdahaleler AKP'nin Kıbrıs'ın kuzeyinde kendi kültürel ve ideolojik hegemonyasını tesis etmeye dair adımlardı. Fakat bu müdahaleler, yapısal nüfus politikalarının da sonuçlarını göstermesiyle gün geçtikçe bir yandan Kıbrıslı Türk kimliğine yönelik bir tehdit ve korku unsuru, ama diğer yandan da bu kimliğin gelişiminin motor gücü de oldu.
Seçimlerin kimlik odaklı bir seyirde olması reklam ekiplerinin tercihinden çok, 'liderlerin' de kabul etmek zorunda kaldığı veya sırtına yaslandığı toplumsal bir olgu haline geldi.
IV
Tüm bu müdahaleler ve müdahale süreçleri, günün sonunda toplumsal yarılmaları besliyor. Çünkü Kıbrıslı Türk kimliği reaksiyon gösterdiği suni islamcı, otoriter ve entegrasyoncu iktidar ideolojisi karşısında 'konumlanarak' kendisini var kılmaya çalışıyor. Karşısındaki iktidar ideolojisi ise, onu kendine katarak, kendi varlığında ve otoritesinde eriterek yayılmak ve genişlemek istiyor. Kıbrıslı Türklerin bir süreden beridir yaşadığı temel çelişki ve çatışma alanı da bu kültürel-kimlik alanında cereyan ediyor.
V
İşte bugün kamusal siyasal alanda ne konuşuluyor veya konuşulamıyorsa, bu yarıktan sızan acı bir aromaya bürünmüştür. Hepimizin ağzında evirip çevirdiği, yutkunamadığı ama tüküremediği de acı tat! Bu yarıktan sızan acı tat ile ne yapıyoruz? Ya da ne yapmalıyız? Ve bu acı tat bize ne yapıyor? Ne yaptığımızı ne kadar biliyoruz? Ne yapacağımızı ve yapabileceğimizi...
VI
Seçimlerin en kötü yanı, kamusal hareket ve siyasal akışların tüm potansiyellerini tekil bireylerin üzerine aktarmaları. (Öyle bir potansiyel ne ölçüde var, var mı ayrı bir soru)Yani tersten söyleyecek olursak, kamusal ve kolektif akışların kendi potansiyellerinden vazgeçerek, kurtuluş veya özgürleşme arzularını bir bireyin üzerine yüklemeleri. 2005'in ardından dalga dalga gerilen AKP-Kıbrıslı Türk ilişkilerinde 2010-2011 yıllarındaki toplumsal varoluş mitinglerini bir kırılma noktası olarak kabul edersek, belki önümüzdeki seçim yeni bir kırılma noktası potansiyeli taşımakta. Seçimlerden sonra, sonucundan bağımsız olarak, Kıbrıslı Türkler için hala söz konusu olan fakat dillendirilmesi kimsenin işine gelmeyen güçlü bir ikilemi tartışmaya başlamalıyız. Gerçekten özgürlük istiyor muyuz? Ve bunun için sahip olduklarımızı riske atabilecek miyiz, nelerden vazgeçmeyi göze alacağız? Kendi küçük orta sınıf konfor alanlarımızda, reaksiyoner tepkiler göstermekle yetinip, kimlik siyasetinin dar kalıplarının içinde cebelleşmeye, verili yapısal sorunları normalleştirmeye devam mı edeceğiz? Bunu normalleştirirken, nelerden yoksun kalacağız, nasıl bir esareti kabul etmiş olacağız?
VII
Hayatta tek bir güne, tek bir ana ve tek bir kağıt parçasına sığmayan seçimler vardır. Bunların bir seçim günü yoktur, gösterişli bir şekilde gelmezler. Bazen fark etmeyiz bile, bazense iş işten geçtikten sonra farkına varırız. Aşkın bir anda saklı değildir, içkin bir süreçte akıp gitmekte, devinip durmaktadır. İşte böyle bir ilişkisellik içerisinde, tercihlerimiz ve seçimlerimiz özgürleştirici olabilecek mi? Yoksa büyük özgürlük lafları gölgesinde kendimize yeni esaret biçimleri mi hazırlayacağız?