İnsan bazen sürekli gözünün önünde olmasına rağmen, bazı şeyleri görmez.
Sonra bir an gelir, görür ve şaşırır.
Kendi kendine sorar; ‘bu hep buradaydı da ben niye bu kadar zamandır fark edemedim?’ diye.
İşte ben de bundan birkaç ay önce, yıllarca önünden geçtiğim halde nedense hiç dikkatimi çekmemiş olan bir şeyi fark ettim başkent Lefkoşa’da.
Belki benim durumumda olan başkaları da vardır, kim bilir!
Neyse lafı uzatmayalım, Gönyeli Çemberi’ndeki anıtın üzerindeki bir yazıdan bahsediyorum.
‘Kıbrıs sorunu Türkiye’siz halledilemez’ yazıyor anıtın üzerinde.
Bugün bu yazıyı hatırlama nedenim, hidrokarbon yatakları arama girişimleriyle bağlantılı olarak son birkaç gündür yoğun bir biçimde tartışılmakta olan ‘Kıbrıs Rum tarafının muhatabı’ meselesi.
Muhatap biz miyiz yoksa Türkiye mi?
Nasıl davranırsak imajımızı koruruz, açıklamalarımızda hangi dili kullanırsak pozisyonumuzu zayıflatmayız?
Bu sorular tartışılıyor şimdi.
Cumhurbaşkanı Eroğlu diyor ki:
“(…)Müzakere masasına dönmenin önkoşulu olarak Türkiye’nin üç ay için gemilerini çekmesini istiyorlar. Sonuçta Türkiye Cumhuriyeti bizim adımıza sismik araştırmaları yapıyor. Kıbrıs Rum Yönetimi istedi diye 80 milyonluk bir Türkiye bunu kabul etmez. Bizim Türkiye’den böyle bir talepte bulunmamız da mümkün değil, çünkü bizim adımıza sismik araştırmalar yapıyorlar(…)”
Eski müzakereci Kudret Özersay ise diyor ki:
“(…)Meseleyi Türkiye’ye havale etmek, bir süre sonra sorunun “Kıbrıs Cumhuriyeti” ile Türkiye arasında olduğu algısını kemikleştirir(…)Kıta Sahanlığı Sınırlandırma Antlaşması’ndan bahsetmek düşündürücü(…)Türkiye’ye yetki devredildiği yönündeki açıklamalar, Kıbrıs Türk tarafının pozisyonuna uygun değil, yetki Türkiye’ye değil TPAO’ya verildi(…)”
Yani Özersay aslında tam da Eroğlu’nun bu söylediklerinin, ‘söylenmemesi’ gerektiğini söylüyor.
Ama acı gerçek şu ki, biz Kıbrıs Türk tarafı olarak meseleyi zaten çoktan Türkiye’ye havale etmiş durumdayız.
Dolayısıyla şimdi kullandığımız dile dikkat etsek de, bunun sonuca ilişkin bir fark yaratabilme şansı var mı?
Çünkü sorunumuz ‘dilden’ çok daha ötede.
Türkiye zaten her daim ‘esas oyuncu’ olarak sahnede.
Biz ‘muhatap’ biziz desek ne, demesek ne!
Müzakere masasında Türkiye’ye sormadan ne yapmışız ki biz bugüne kadar?
En ufak bir açılım için Rum tarafından önce Türkiye ile pazarlığa oturmuyor muyuz?
Önce Türkiye’yi ikna edebilmek için seferber olmuyor muyuz?
Bunları ben söylemiyorum, bunları farklı zamanlarda yaptığımız informal görüşmelerde, bize siyasiler bizzat kendileri söylüyor.
Dolayısıyla kendi kendimizi kandırmayalım.
Hele toplumu hiç!
Sorunun Kıbrıs Cumhuriyeti ile Türkiye arasında olduğu ‘algısı’ yaratılmak istenmiyorsa (henüz böyle bir algının oluşmadığına samimiyetle inanılıyorsa) ve bunun ‘dil’ meselesiyle alakası olduğu düşünülüyorsa, gelin işe Türkiye’nin ‘dilini’ düzeltmekle başlayın o zaman.
Mesela Türkiye’nin, ‘Maraş’ı iade etmeyiz’ diyen ‘mal sahibi’ diliyle!