Henüz bozulmamış doğa parçaları, kapitalizmin elinde fazla hırpalanmamış kentler çocukluğumu anımsatır bana… Taşın toprağın zulme ve kıyıma dair hatıraları olsa da doğanın ölüme karşı hayatı çağıl çağıl akıtan gücü, oralarda yaşanabilen zamansızlık hali, kadim topraklar duygusu içimi kanatlandırıyor.
Çelikten bir kuşun kanatlarında konduğum Elazığ havaalanında önce bir dostlar kucaklaşması sonra da Dersim’e doğru yolculuk başlıyor. Keban üzerinden feribotla geçerken suyun arındırıcı gücüne sığınıyorum. Daha sonra akıp giden, kıvrım kıvrım kıvrılıp sürprizlerini sunan o dağ yolunda gördüğüm her ağaç, her hayvan, her çiçek sevgiyle dolduruyor içimi.
Bugün İstanbul’da, pencereden vahşi bir hayat mücadelesinin sürdüğü sokağı seyrederken şimdi hatıraya dönüşmüş bu zamanları düşünüyorum. Az önce buldozerlerin Gezi Parkı’ndaki ağaçları devirişini, polisin eylemcileri yerde sürükleyişini gözyaşları içinde izledim bir videoda… Sonra Dersim’de çektiğim fotoğraflara baktım… Sonra kendi içime doğru çevirdim bakışlarımı ve kayboldum ruhumun gürül gürül akan Munzur’unda…
Hep söylemişimdir. Gezi yazısı yazmayı sevmem ben… O geziye dair bir anı başka bir yazı yazarken birden çıkıverir karşıma… Gezerken bazı coğrafi ve kültürel bilgilerden çok mekânla kurduğum ilişkiyle çıktığım iç yolculuklarımla ilgiliyimdir daha çok. Gruplar içinde yorulurum ve insan ilişkilerindeki sayısız ince ayrıntının kırılganlığını, hassas dengelerini yüklenirim.
Şimdi de zorluyorum kendimi… Bellek haindir biliyorum. Bazı anlar kaybolmasın, kayda geçsin istiyorum. Kütüphane açılışı için gittiğimiz Tunceli Fen Lisesindeki çocukların pırıl pırıl bakışları mesela, kendi kederleri ve çıkmazlarını aşıp bir şeyler yapmaya çalışan, bir masumiyeti bir biçimde korumayı başarmış öğretmenlerin çırpınışları mesela, sahneler ve kürsülerden onlara seslenirken oluşan o kaçınılmaz hiyerarşi halinin içimi burkması mesela.
İçeriye buldozer gibi dalıp buraların kralı benim tavrını bir sivillik iddiasıyla gizleyen valinin ortalığı kendi dilediği gibi çekip çevirmesi, benim de dâhil olduğum zorunlu nezaket hali ve sonradan bunun bana verdiği ince utanç mesela… Konuk olmanın ağırlığı ve çekingenliği mesela… Bir grup aidiyeti içinde kendi rengimin başka renklerle kurduğu ilişkide silikleşmesi ve bunun burukluğu mesela.
Sonra bir başka sahne: Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun altında sığınılan bir şemsiye altı ve orada kurulmuş derme çatma ocakta içilen çay… O kısa konukluktan akılda kalan genç insan yüzleri ve onların bilinmez hikâyeleri… O dağlarda yaşanan isyanın ayak izleri. Oğlunun kemiklerini bulmuş bir babanın taziye çadırındaki unutulmaz yüz ifadesi… Boşaltılmış köyler ve kesik köprülerin bunun sıradan bir kır gezisi olmadığını sıklıkla hatırlatması…
Bazen korkutuyor beni bu hallerim. Başkaları bu durumları nasıl yaşıyor; hayatı daha hafif yaşamak neden mümkün olmasın diye düşünüyorum. Sonuçta her durumun daha hafif bir anlatısı da var. Kendini başkaları tarafından kurgulanmış sahnelere kaptırıp gidebilir insan. Gerekli durumların gerekli edasını takınıp sistemin dayatmasına dâhil edebilir kendini… Ruhunun daha uçucu bir müziği, daha kalender bir seyri olabilir.
Çok kanatlanmış günlerim, neşeli hallerim olmuştur benim de… Kendi içimden taşarken başkalarını da ışıtabilmişimdir. Bunu yitirdim mi yoksa? Ama biliyorum: Acıyı en derinden hissedenler hayatı en çok sevenler ve neşenin değerini en çok bilenlerdir aslında…
Savaşın da barışın da sermayedarları var bildiğimiz gibi… Silahları satanlar gerilerken doğayı katledip kendi para makinelerini kurmak için yola çıkacaktır birileri…
Doğa direniyor ama insan vahşi bir arsızlıkla saldırıp duruyor ona… Bütün bu pınarlar, bütün bu ağaçlar, her birinin kuşaktan kuşağa taşınmış efsaneleri parayı elinde bulunduranların eline geçebiliyor bir gün.
Bir coğrafyaya duyulandan daha sahici bir aidiyet olabilir mi? Zorla koparıldığımız çocukluk mekânlarımıza bir gün geri döndüğümüzde oraların talan edildiğini görmek daha da yersizyurtsuz kılar bizi… İnsanın insanla barışmasının yanı sıra insanın doğayla barışmasının da zamanı artık…
Kıbrıs’tan ayrılmadan uğradığım Türkiyeli kuaför Dersim’e gideceğimden söz ettiğimde heyecanla sarılmıştı bana. “Ben Munzur’un kızıyım. Oralara benden selam söyle” diye…
Munzur’un bana fısıldadıkları içimde çağlayıp duruyor günlerdir. Dönüşte gidip söyleyeceğim ona: Benim yurdum içimdeki coğrafyalardır. Geçen haftadan beri Munzur’un bir kızı sayılırım ben de…
Not: Adına açılan kütüphane vesilesiyle bu ziyareti olanaklı kılan Namık Kuyumcu’ya, yol arkadaşlığı yaptığımız Asuman Susam, Pelin Batu, Nermin Bezmen, Tolga Savacı, Hakan Kuyumcu, Yelda Cumalıoğlu ve Haluk Çetin’e… Harika ev sahiplikleri için Hüseyin Cengiz, Nermin Şen Pekmezci, Cemal Taş ve Eğitim-Sen’e sevgiler ve teşekkürlerimle…