27 Mart 2021 Cumartesi günü saat 10.00’da, Muratağalı Akansoy ailesinin beş ferdi, Muratağa-Sandallar Şehitliği’nde toprağa verilecek… Emine Rüstem Akansoy ile dört evlatçığı, önümüzdeki Cumartesi günü defnedilecek…
Kıbrıs barış hareketinin önde gelen liderlerinden, Avrupa Yurttaşlık Ödülü sahibi Hüseyin Rüstem Akansoy’un annesi ve dört kardeşi için düzenlenecek defin töreni, sivil bir tören olacak, askeri bir tören olmayacak… Cumartesi günü Muratağa Şehitliği’nde saat 10.00’da yapılacak sade ve sivil bir törenle, öldürüldüğü zaman 36 yaşında olan Emine Rüstem Akansoy, 15 yaşındaki Sezin Rüstem Akansoy, 13 yaşındaki Mustafa Rüstem Akansoy ve 12 yaşındaki Erbay Rüstem Akansoy ve 8 yaşındaki Sibel Rüstem Akansoy, toprağa verilecek.
Hüseyin Rüstem Akansoy’la bu sayfalarda bundan tam 15 sene önce Ekim 2004’te yaptığımız röportaj, özellikle barış hareketi içerisinde şok etkisi yapmıştı çünkü çoğu insan, onun trajik öyküsünü hiç bilmiyordu. Hüseyin Rüstem Akansoy, hiçbir zaman bu trajik yaşanmışlıklardan söz etmemişti çünkü…
Hüseyin Rüstem Akansoy’la Ekim 2004’te bu sayfalarda yayımlanmış olan röportajımız şöyle:
“MARAŞ’IN İÇİNDEN GEÇTİK...”
SORU: Adı neydi, hatırlar mısınız?
AKANSOY: Keşke hatırlayabilsem... Bir kişi de değil, birkaç kişiydi böyle. Orada doğrusu çok fazla sıkıntı yaşamadık. Belki yemekler içerisinde zaman zaman insanların beğenmediği yemekler çıkardı, domuz mesela... Yeterince su yoktu, yıkanmak problemdi, onu hatırlarım. Birkaç defa bizi çağırdılar gene sözde sorgulama için. Türkçe bilen Rum polisler sorgulamaya çalıştılar. Ben Namık Kemal Lisesi’nde okuduğum için “Hergün bir müdür” derdi bana - Mustafa Adaoğlu’ndan bahsediyordu, Mustafa Adaoğlu müdürümüzdü ve hergün sabahleyin nutuk atardı okulda. ‘Kahraman Türkler şöyle, bizim ecdadımız böyle’ diye... Namık Kemal Lisesi’nin konumunu bilirsiniz, Maraş’ın girişinde ve her tarafımız Rum. Dinlerlerdi Rumlar bunları aslında! Polis bana “Huseyin, ne anlatırdı bu adam size?” diye sorar, “Vallahi işte yolumuza sağımıza solumuza iyi bakalım, basılmaylım, trafiğe dikkat edelim” derdim. “Hergün bunları mı anlatır size?” derdi polis. Tabii kandıramazsın! “Vallahi benim hatırladığım bu” derdim. Yani o da öyle çok baskıcı ya da işkenceye dönük bir sorgulama değildi. Benim deneyimim en azından böyle değildi. Orada Ayhan Çiftçioğlu da vardı, Mağusa’nın meşhur avukatlarından. Çiftçioğlu karşı çıkardı birçok şeye “Bu uygulamanız tamam değil” falan gibi ve onunla tartışmaları olduğunu biliyorum, belki biraz şiddete yönelik bir tavırları da olmuş olabilir diye öyle anımsıyorum. O 24 günü aşağı yukarı bu tarzda tamamladık, ikinci harekatın başlamasıyla birlikte doldurulduk kamyonlara ve orada Maraş’ın içinden geçerek gittik... Maraş’taki bütün Rumlar da hareket halinde - başlangıçta bunlar kimdir nedir anlamadılar, gidiyoruz. Siyahlar giymiş insanlar onlar, yerlerini terkediyorlar, ne olacağı belli değil. Sonradan sağdan soldan bizim Türk olduğumuzu öğrenenlerden taşlı maşlı saldırılar da oldu, yol boyunca birkaç tartışma yaşandı, birkaç saldırı oldu...
“BİZ GARAOLOS KAMPINDA, AİLEMİZ KÖYE BIRAKILDI...”
SORU: Anneniz ve kardeşleriniz neredeydi?
AKANSOY: Ta ilkokuldan ayrıldık... Biz “Garaolos” kampına götürülürken erkekler alındı, çoluk çocuk hep köye bırakıldı. Zaten aslında esas hikaye de o noktada başlıyor. Çünkü biz öleceğimizi düşünürdük, biz belirsiz bir meçhule yol aldığımızı düşünürdük, meğer geride bıraktıklarımızı boşluğun ve karanlığın içine bırakmışız...
SORU: Şimdi bir tek babanız ve sizdiniz yani “Garaolos” kampında aileden...
AKANSOY: Babam ve ben... Neden? Çünkü benden sonraki kardeşim kızdı, 15 yaşındaydı, eğer erkek olsaydı, muhtemelen o da bizimle olacaktı ve kurtulmuş olacaktı, adı Sezin’di. Onun küçüğü Mustafa, o da 13 yaşındaydı. O da küçük, o da kaldı. Erbay bir küçüğü - ki oğlumun adı şu anda - o da 12 yaşında ve en küçüğümüz Sibel idi, o da 8-9 yaşlarında... Annem de 36 yaşındaydı... Gencecik, beş çocuk sahibi ama, daha yaşamının baharında bile denemez, öyle bir yaştaydı...
“GARANTÖR” İNGİLİZLERİN KAYITSIZLIĞI...
SORU: Yani ilkokuldan onları aldılar, köye götürdüler, siz devam ettiniz...
AKANSOY: Biz oradan devam ettik “Garaolos” kampına. “Garaolos” kampından hareket ettikten sonra dediğim gibi Maraş’ın içinden geçtik, Derinya bölgesi, oradan “Kırmızı köyler” dedikleri köylerden geçtik - önce İskele’ye gittik - tabii İngiliz üslerinin içinden geçişimiz de ayrı bir olay. Çünkü İngiliz polisi Rumlar silahlı ya, onları geçirmek istemiyor, aralarında tartışmalar yaşadılar, sonra güya sakladılar silahları...
SORU: Göz yumdu İngilizler...
AKANSOY: Göz yumdu İngilizler ve geçildi... Yani biz orada birşey yapabilir miyiz diye düşündük, aramızda bir fiskos yaptık, burada bir saldırı gerçekleştirip İngiliz üslerine atlayabilir miyiz, bir kurtuluş yolu olur mu diye ama denemedik...
SORU: Ama “Garantör”e bakın siz!
AKANSOY: “Garantör” de göz yumdu, esirler geçti üslerin içinden, güya silahsız insanlar, güya masum, güya bir tarafta tarlaya çalışmaya insanlar geçmiş gibi muamele yaptılar ve geçtik...
“DOZERLER GÖRÜLDÜ SAĞDA SOLDA, ÇUKURLAR KAZAN...”
SORU: Hiçbir kayıt falan da tutmadılar belki de...
AKANSOY: Hayır... Fakat kayıt biz “Garaolos” kampındayken tutulmuştu. Yani Birleşmiş Milletler geldiler ve isimleri kaydettiler ama oradan geçerken kim eksik, kim fazla diye öyle bir dert olmadı. Neyse, devam ettik, İskele’ye gittik - Larnaka’ya. Türkler toplanmıştı, ilk sadece okullara toplanmıştı ama bize yer yoktu orada, kaldı ki güvenliği sağlayacak durumda değillermiş. Kalamadık orada, devam ettik yola, Limasol’a kadar gittik. Birkaç duraklamamız oldu yol üzerinde, belli korkular yaşandı, dozerler görüldü sağda solda çukurlar kazan... O psikoloji içinde, bizimle ilgili miydi değil miydi...
SORU: Belki de Dohni’ydi...
AKANSOY: Kim bilir? Ama işte mesela Kıbrıslırumların farklı giysilerini orada ayırt edebiliyorduk, mesela bir Yunanlı subay geldi bir defasında, müdahale etti, bağırmalar çağırmalar oldu aralarında. Dediğim gibi ben gene anlayamıyorum, belki anlayanlar vardı - unuttum, neydi konuştukları. Limasol’a kadar gittik. Limasol’da önce sahaya götürdüler bizi, o sahada meğer bir gün önce oradan almışlar insanları, orada toplamışlardı Limasolluları.
Limasol’da bir gün önce oradan almışlar insanları, oradan almışlar ve cimnasiyum, okullar bölgesine taşımışlar. Oradan da devam ettik ve orada bizi grup grup - yedişerli onarlı gruplar - dağıttılar odalara. Orada artık o bölgeden gelen insanlar, farklı farklı odalara yerleştirildiler. Cimnasiyoda olanlarla ilkokulda olanlar birbirlerini göremezdi ama ilkokulun içinde olanlar ya da cimnasiyonun içinde olanlar birbirlerini görebilirlerdi. Ben babamla gene aynı odaya düştüm orada, şimdiki eşimin babası ve abisi de aynı odadaydı. Oradan da öyle bir ilişkimiz doğdu, bir hayli olumsuzluğun içinde böyle bir de ilişki olmuş oldu.
“SİZİN İÇİN YAŞAM TEHLİKESİ YOK...”
SORU: Onlar Limasolluydu...
AKANSOY: Limasolluydu evet. Benim Salih dayım o zaman, Tezer hanımın babası... Salih dayımla orada tanıştım. Oradaki olay, başlıbaşına başka bir olay. Ama ondan önce, bizi getiren çocuklarla orada vedalaşmamız sözkonusu oldu. Sarıldık birbirimize ve vedalaştık orada. O çocuklar bize “Siz emniyettesiniz burada” dedi bize, “Artık bu saatten sonra siz emniyettesiniz burada, bizim ne olacağımız belli değil” dediler. Ben onu hala merak ediyorum o çocuklar ne oldu diye, keşke bir temas olabilse... “Siz burada emniyettesiniz artık, sizin için yaşam tehlikesi yoktur ama bizim ne olacağımız belli değil” dediler ve öyle ayrıldık.
Okullar bölgesindeki yaşam, bir kamp yaşamı sonuçta. Günden güne değişen uygulamalar yaşadık. Bir gün çok iyi olduk, çok çok iyi günümüz oldu - sanki işte toplanmışsınız gençler grubu ve bir yere kampa gitmişsiniz gibi, telle çevrili bir yerde kalırsınız. Ertesi günü pencere boyuna kadar kalkamazsınız - “Gatse gado!” “Oturun” demek yani... Sürekli oturacaksınız, yatacaksınız, kalkamazsınız yukarıya yani, öyle bir uygulama. Ve orada bulunan insanlar şuna yordular: “Bugün EOKA’cılar günüdür!” EOKA’cıların nöbeti devraldığı gün, gerçekten böyle bir uygulama yaşanıyor çünkü. Yemeğe çıkıp gidip gelme, tuvalet ihtiyacını giderme bile büyük sorun oluyor o günlerde. Ama işte Makariosçulara nöbet geldiği gün, muazzam bir rahatlık vardı. Kamp yaşamı, kamp yaşamıydı elbette ama bu ikisi arasında çok büyük farklar vardı, bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Orada geçirdiğimiz bir bayramı da hatırlarım, insanlar soğuk suyla yıkanıyordu tuvaletlerde, banyo yerlerinde, bir hayli sıkıntılar çektiklerini hatırlarım, namaz kılacaklar... Dolayısıyla yetersiz su olanakları falan...
“KATLİAM SÖYLENTİLERİ FISILDANMAYA BAŞLANDI...”
SORU: Ne kadar kaldınız Limasol’da?
AKANSOY: 72 gün. Çünkü grup grup çıkıyorlardı, biz beşinci grupta çıktık oradan. Bizden evvel çıkanlar da vardı. Üç-beş gün farkediyor belki... Ama ben 72 gün kaldım orada, toplam 96 gün esir olarak muamele gördüm. Oradan çıktıktan sonra da Lefkoşa’ya geldik... Mücahitler Sitesi olarak bilinen yere götürüldük. Bize beşer Kıbrıs Lirası verdilerdi galiba ve tabii oraya gelmeden önce kampta kulağımıza gelen ve bizim köylerde katliam yapıldığına dönük haberler, söylentiler vardı. İnsanlar fısıldaşırlardı, zaman zaman tabii bizim kim olduğumuzu bilmeden söylendiği için biz bunu öğrenmiş olduk ama bizim oralı olduğumuzu öğrenenler hemen durumu düzeltmek için inkar ediyorlardı. Dolayısıyla öyle miydi, değil miydi, insan bütün olumsuzluklar içinde mutlaka birşey umut ederek yaşar. Ben hep “İnşallah öyle değildir” noktasında, öyle bir beklenti geliştirdim. Öyle denk geldi, babam rahatsızlığını ileri sürerek bir ay erken tahliye edildi oradan. Vardı öyle uygulamalar, belli yaştan ve rahatsızlığı olan insanlar için...
“YAŞAYAN KİMSE KALMADI AİLEDEN...”
SORU: Hangi aydı?
AKANSOY: Eylül ayında önce babam gitti... Ben Ekim’de geldim... Ben de o büyük beklentiyle geldim. Babam işte orada, belki kardeşlerimi de, ailemi de görebilirim beklentisiyle geldim. Çünkü orada söz verdirdiydim kendisine, “Baba, gittiğin zaman mutlaka ama mutlaka, ne olursa olsun durum, belki tek kişi bile kalmamış olabilir, ama mutlaka bir vesileyle haber gönder...” demiştim. Çünkü Birleşmiş Milletler aracılığıyla belli düzeyde haberleşme mümkün olabiliyordu - gelmedi yani, hiçbir haber gelmedi. O da aslında bir işaretti olumsuz sonuca dair ama buna rağmen belki bir kişi olsun hayatta kalmıştır beklentisi içindeydim - Lefkoşa’ya geldiğim zaman, belki kardeşlerimden biri olsun hayattadır diye, öyle bir beklentiyle geldim. Babam, gözlerini kaldırıp gözlerime baktığı anda hıçkırmaya başladı, ağlamaya başladı. Ama birkaç dakika evvel, o zaman Salih dayım olan kayınpederime anlatmış durumun ne olduğunu, o da aldı şöyle beni kucağına, “Bil ki durum iyi değil Hüseyin, yaşayan kimse kalmadı aileden” dedi. Ne kadar hazırlasanız da kendinizi böyle birşeye, gene de bunu kabullenebilmek zor. Ama yapım itibarıyla, karakterim itibarıyla ben çılgınca kendimi oraya buraya atabilecek bir insan da değildim. O yeisimi, o üzüntümü bile gösteremedim, dışa vuramadım. Sürekli o acıyla birlikte yaşamak zorunda kaldım ve bunu yansıtmamak gibi bir tavır geliştirdim. Nitekim çok genç yaşta hem şeker hastalığına, hem tansiyon hastalığına yakalandım. Onlara bağlıyorum, bir şekilde ödüyorsunuz bunu... Yani bu tavrım o kadar belirgin ve netti ki, daha sonra üniversiteyi bitirip buraya geldiğim zaman, bir iş istediğim zaman burada devletimden, “Geldiğin yere git” dendi bana. Çünkü zararlı bir mahluktum, ya da öyle değerlendiriliyordum görüşlerimden, politik tavrımdan ötürü... Ve ben bir şehit çocuğu olduğumu, bütün ailemi yitirdiğimi asla gündeme getirmedim, asla bunu basamak yapmadım. Bu Şehit Aileleri ve Malul Gaziler Derneği diye ortaya çıkan insanlara asla sempatiyle bakmıyorum, bu olayı sömüren insanlara asla sempatiyle bakmıyorum - yoksa yakınlarını yitiren ve bir arayış içinde olan insanları elbette anlarım. Onlara bakış açım elbette farklı ama belli noktalarda bu ilişkileri kullanarak adeta bu insanların acılarını sömürerek, bunun üzerine oturarak, hem politika yapan, hem de bunu ekmek parası haline getiren insanlara şiddetle karşıyım ve asla sempati duymadım. Hiçbir zaman da öyle bir yakınlığım olmadı.
DEVAM EDECEK