Muratağa katliamında EOKA-B’ciler tarafından öldürülüp toplu mezarlara gömülmüşlerdi… (4)

Sevgül Uludağ

Muratağalı Akansoy ailesinden Emine Rüstem Akansoy ve dört evlatçığı, bugün toprağa verilecek…

Bugün saat 10.00’da, Muratağalı Akansoy ailesinin beş ferdi, Muratağa-Sandallar Şehitliği’nde toprağa verilecek… Emine Rüstem Akansoy ile dört evlatçığı, önümüzdeki Cumartesi günü defnedilecek…

Kıbrıs barış hareketinin önde gelen liderlerinden, Avrupa Yurttaşlık Ödülü sahibi Hüseyin Rüstem Akansoy’un annesi ve dört kardeşi için düzenlenecek defin töreni, sivil bir tören olacak, askeri bir tören olmayacak… Cumartesi günü Muratağa Şehitliği’nde saat 10.00’da yapılacak sade ve sivil bir törenle, öldürüldüğü zaman 36 yaşında olan Emine Rüstem Akansoy, 15 yaşındaki Sezin Rüstem Akansoy, 13 yaşındaki Mustafa Rüstem Akansoy ve 12 yaşındaki Erbay Rüstem Akansoy ve 8 yaşındaki Sibel Rüstem Akansoy, toprağa verilecek. Bilindiği gibi Muratağa-Sandallar’daki toplu mezar, Kayıplar Komitesi tarafından kazılarak DNA testleriyle kimliklendirilmeye devam ediliyor ve defin törenleri yapılıyor. Atlılar’daki toplu mezar ise henüz kazılmış değil…

Hüseyin Rüstem Akansoy’la bu sayfalarda bundan tam 15 sene önce Ekim 2004’te yaptığımız röportaj, özellikle barış hareketi içerisinde şok etkisi yapmıştı çünkü çoğu insan, onun trajik öyküsünü hiç bilmiyordu. Hüseyin Rüstem Akansoy, hiçbir zaman bu trajik yaşanmışlıklardan söz etmemişti çünkü…

Hüseyin Rüstem Akansoy’la bu önemli röportajımızı bir kez daha sayfalarımıza almak istiyoruz ki herkes neler yaşanmış olduğunu öğrenebilsin…

Hüseyin Rüstem Akansoy’la Ekim 2004’te bu sayfalarda yayımlanmış olan röportajımızın son bölümü şöyle:

 

“KARANLIK ÖYLE KOYU Kİ...”

SORU: Köye gittiğinizde ne hissettiniz?
AKANSOY:
Yola çıktık Lefkoşa’dan, babam arabasıyla aldı beni, bir de amcamın oğlu da vardı bizimle birlikte. O da hem annesini, hem babasını kaybetmiş. Onun çünkü 100 kişilik bir köy, 50’si birinci dereceden akrabamızdır, diğer 50’si de belki ikinci kuşaktan akrabamızdır. Yani benim amcam, halam, ninem, önemli oranda çok yakın çevrem katledildi orada. Amcamın da iki erkek çocuğu hayatta kaldı, birisi mücahit olduğu için, daha büyük olanı, benden bir yaş büyüktü Hasan - o mücahit olduğu için Mağusa’daydı ve kurtuldu. Diğeri de İsmail, işte ben 17 yaşında, o da 16 yaşında. O da bizimle birlikte olduğu için kurtuldu. O da bizimle birlikteydi tabii, onu da aldık ve köye gittik. Yol boyunca ağzımızı bıçak açmadı, hiç tek bir kelime ettiğimizi hatırlamıyorum. Nasıl bir köy bulacağız diye, giderken düşüncem oydu. Ne oldu yani köyün hali şimdi? İnsansız bir köy, nasıl bir yerdir? Nasıl bir yere gidiyoruz? Nasıl geçecek yani günler, bundan sonraki yaşam nasıl olacak? Hep bunları kurgulayarak kafamın içerisinde gittim. Orada Hasan’ı bulduk, terhis edilmiş herhalde işte kardeşi gelecek, onu biraz teselli eder diye... Gerçekten anlatılabilecek gibi değil... Yattık geceleyin, garip bir durum... Yani zaten gecenin karanlığı var ama, kafamın içi boşaldı adeta... Karanlık öyle koyu ki... Ve bunu nasıl kaldıracağım, nasıl yeneceğim bu duyguyu, nasıl başedeceğim bununla diye sürekli kurguladım kendimi. Fakat sonuçta bilemiyorum, insanda gene galiba belli oranda bir güç oluyor, bulunabiliyor. Zaten çok uzun da sürmedi yani, Mağusa’dan akrabalarımız geldi gitti, sürekli bizimle birlikte olmaya çalıştılar, yalnız bırakmamaya çalıştılar - mümkün olduğunca daha kalabalık bir ortam içinde olmamızı sağlamaya çalıştılar. Çok da uzun sürmedi. Esirlikten geldiğimde, Veteriner Fakültesi’ni kazanmışım... Çünkü Veteriner Fakültesi’ni çok istedim, sırf evde hayvanlarımız vardı, çok severdim ben onları, uğraşmayı da isterdim ve geliştirmeyi de isterdim. Bir çiftlik oluşturmak düşüncesi vardı kafamda. Tabii biz insanları bile bulamadık, bırakın hayvanları...

“BİYOLOJİ ÖĞRETMENLİĞİNE YÖNELDİM...”

SORU: Bazan birşeyi çok istersiniz ve öyle bir anda gelir ki, işe yaramaz gibi olur...
AKANSOY:
Yaramadı gerçekten. Ondan sonra yaramadı... Daha sonra epey sıkıntılı günlerden sonra ben eğitim alanında master yaparak başka bir alana yönelmek zorunda kaldım. Biyoloji öğretmenliğine yöneldim.  Ana bilim dalı biyoloji olduğu için, Girne Amerikan’da hem kolejde, hem üniversitede biyoloji öğretmenliğini sürdürdüm - 5-6 sene öyle bir işteydim...

SORU: Köye zarar verildi miydi, evlere falan, yoksa?
AKANSOY:
Evlere girilip de zarar verme kastıyla birşey yapılmadı. Evlerden soygun oldu, yani eşyalar taşındı falan. Ama Rumlar tarafından yapıldığını zannetmiyorum, bulgularım da o yönde değildir. Bu daha fazla Türklerin ganimet aşkından kaynaklanan bir olay oldu... Talan yaşandı, gene Türkler bakımından yaşandı. Neden Rumlar tarafından değil? Çünkü, Rumların aslında çok fazla gecikecek vakti yoktu. İkinci harekat başladığı anda, sabahın çok erken saatlerinde toplamışlar köylüleri. Zaten çok uzak değildi götürüp katliam yaptıkları yer de.

SORU: Gene köyde miydi?
AKANSOY:
Gene köyde, yani köyün yaklaşık birbuçuk iki kilometre kadar dışında. Oraya götürdüler, yapacaklarını yaptılar ve hemen kaçtılar. Neden, çünkü asker yürümeye başladı. Harekat başladı ve asker yürür. Yani o riski göze alamazlardı, uzun boylu vakit harcasınlar orada.

RUM ÇOBANIN UYARISI

SORU: Köyde tam ne olduğunu öğrenebildiniz mi?
AKANSOY:
Elbette orada tam ne olduğunu öğrenemezsiniz... Biraz araştırmaya çalıştım. Örneğin Peristerona’da özellikle destebanlık yapan, bizim “Turkobullo” diye bildiğimiz - desteban demektir zaten - Rum’un çıkıp katliamdan bir gün önce ovadaki Türk çobanları bulup, “Dikkat edin, yarın katliam yapma hazırlıkları vardır” diye uyardığını öğrendim. Bu uyarıyı alıp da bunu köye yansıtma yeterince olmadı. Bu yansıtılmadı köye...

SORU: Belki herkes sadece kendini mi kurtardı?
AKANSOY:
Muhtemelen öyle bir duygu gelişti... “Herkese söylersek, herkes saklanabilir, bu kez aranır, kim ortaya çıkar, belli olmaz”  gibi bir duygu gelişti. Bizim köyde böyle bir durum yaşandı. Fakat Sandallar köyünde o çoban gezdi sakladı herkesi orada...

SANDALLAR KÖYÜNÜN ÇOBANI İNSANLARA HABER VERDİ...

SORU: “Turkobullo” değil de köyün çobanı yani...
AKANSOY:
Köyün çobanı. Haber verdi, herkes saklandı, mağaralara girdiler. Bizim oralarda çok mağaralar vardır ve yeni, çocukların açtığı mağaralardır bunlar.. Yani Rumların bunu bilmesi ve çocukları yakalayabilmesi asla mümkün değildi. Eğer oralara sığınabilme şansları olsaydı bir gün bile, insan ne açlıktan ölür ne de susuzluktan. Kurtulmuş olacaklardı. Gene öyle zannediyorum, özellikle annelerin o koruyucu yanları ağır bastı, çocuklarını etraflarından kaçırmama duygusu, hep birlikte toparlandılar ve dolayısıyla giderken de hep birlikte gittiler.

Sandallar’da yerleştirdi çoban herkesi ve kendisi çocuklarından başka bir yere girdi, ailesinden başka bir yere girmek durumunda kaldı ve evin köpeği ele verdi ne yazık ki insanları ve buldular... Evin köpeği mağaranın başında durup havlayınca orada insanlar olduğu tesbit edildi...

SORU: Yani çobanın ailesi...
AKANSOY:
Çobanın ailesi katledildi, kendisi başka bir tarafa girdiği için kurtuldu.

SORU: Atlılar?
AKANSOY:
Atlılar’la ilgili çok fazla bildiğim birşey yok ama o insanların da bir gece önce ovaya kaçtıklarını biliyorum, saklandılar ovada... Sonra...

SORU: Herhalde hayvancıklarına bakmak için döndüler...
AKANSOY:
Döndüler geldiler ve harekatın başladığı gece ne yazık ki köyde bulundular. Yoksa gene geceden kaçıp saklanma şansları olmuş olsaydı muhtemelen orada da herkes kurtulacaktı...

SORU: Muratağa-Sandallar aynı çukurdaydı...
AKANSOY:
Aynı çukurdaydı...

 SORU: Atlılar...
AKANSOY:
Atlılar ayrı çukurdaydı...

KATLİAMA KARŞI ÇIKAN RUMLAR OLABİLİR...

SORU: Muratağa-Sandallar’ın çukurunda kaç kişi vardı?
AKANSOY:
88 kişi. Yani şu anda orada yapılan şehitlikte 88 kişinin isimleri var. Gayrıresmi olarak - bunu kanıtlayabilme şansım yok - ama gayrıresmi olarak bize söylenen 90 kişi olduğu o çukurda…

SORU: Yani iki kişi fazla...
AKANSOY:
İki kişi fazla... O insanların kim olduğu bence meçhul. Tahmin yapabilirim ama...

SORU: Ne tahmin edersiniz?
AKANSOY:
Ben tahmin ederim ki orada bu katliama karşı çıkan Rumlar olması gerekir diye düşünüyorum. Ama bunu doğrulayabilecek bir veri yok elimde, öyle bir şahidim yok...

“SUÇLULARIN TAKİPSİZ BIRAKILMASI BENİ RAHATSIZ EDER”

SORU: ALITHIA’da da yazdım, katliamlar konusunda... Dohni’yi yazdım... Belki bu da yazılınca, belki birileri civar köylerden okuyup duyan ortaya çıkar...
AKANSOY:
Mümkün... Ben mesela Panikos Hristantu’yla konuştum (Panikos Hristantu, kayıplar ve katliamlar konusunda Derviş Zaim’le birlikte belgesel bir film yapan Kıbrıslırum film yönetmeni - S.U.) - Balikitre’den de katliamdan kurtulan genç bir insan - şimdi Kıbrıs Havayolları’nda çalışan pilot Petros’u da getirmişti. Onunla birlikte getirmişti, görüştük, konuştuk... Panikos bana ne düşündüğümü sordu, “Affeder misin bu insanları?” diye. Ben gerçekten birçok anlamda çok rahat bir insanım ama bu olay affedilecek bir olay değil. Bu noktada ben üstelik ırkçı da davranmadım hiçbir zaman. Hiçbir işimde genellemedim. Rumlar şöyle yaptı, böyle yaptı gibi söylemlerin her zaman karşısında oldum. Çünkü bunun ırksal bir temeli olduğuna inanmam. Bu tür olaylar yaşandığı zaman, ne yazık ki böyle nahoş olayları yapacak insanların her toplum içinde olduğuna inanırım. Nitekim bizde de yaşandı bunlar. Bütün Türkleri kötü ilan etmenin ya da bütün Rumları kötü ilan etmenin akıllıca bir tavır, davranış olduğunu düşünmem. Dolayısıyla bu genellemeden uzaklaşarak ama spesifik olarak da bu insanların ceza almadan - en azından mahkeme önüne çıkarılmadan, takipsiz bırakılması da beni ciddi biçimde rahatsız eder. Mutlak surette 1 gün hapis yatacaksa, 1 gün hapis yatacak ama  mutlaka bu davranışının bir cezaya tabi olduğunu bilmesi gerekir ve herkesin bunu bilmesi gerekir. Yani ben “O insanlardan intikam alınsın, o insanlar asılsın, öldürülsün” anlamında söylemiyorum bunu...

SORU: Sanırım Güney Afrika’da şöyle yaptılar... “Gelin, yazılı olarak itiraf edin işlediğiniz suçları veya tanık olduğunuz olayları...” dediler...
AKANSOY:
Bu bile bir rahatlama sağlar...

“SANKİ YAPANIN YANINA KALIR GİBİ BİR DURUM GELİŞTİ...”

SORU: “Eğer gelip itiraf etmezseniz ve sizi tanıyanlar varsa ve gelirler ve ifade verirler, o zaman hapse gireceksiniz... Gelin, toplumun önünde özür dileyin, itiraf edin suçlarınızı yazılı olarak ki herkes bilsin, belgelensin bunlar geleceğe yönelik - o zaman genel bir af vardır size, yeter ki itiraf edin. Ama aksi halde hapse gireceksiniz...” dendi... Böyle bir süreç... Tabii her toplum kendi sürecini yaratır...
AKANSOY:
Ben her iki toplum açısından da bu sürecin yetersiz kaldığını, hatta hiç üzerine gidilmediğini görüyorum. Bu, rahatsız edicidir gerçekten. Yani sanki yapanın yanına kalır gibi bir durum gelişti ve yaptıklarıyla çekip gidecekler gibi bir durum oluştu.

SORU: Tabii ki Muratağa-Sandallar ve Atlılar kuzeyde kalmış olduğu için ortaya çıktı, aksi halde örneğin Dohni gibi, Alaminyo gibi çıkmayabilirdi... O nedenle Türk olsun Rum olsun farketmez, kayıplar gizlendiği zaman, cinayetler gizlenir. Cinayetler gizlendiği zaman, katiller gizlenir... Ve tarihin eksik parçalarıdır bunlar. Tam olarak ne oldu? Kim emir verdi? Nasıl karar verildi? Çünkü Muratağa-Sandallar’da öldürülenlerin çoğu kadın ve çocuklardı, değil mi?
AKANSOY:
Evet... Minik bebekler de vardı, yaşlı insanlar da vardı... Benim amcam örneğin, “Caraolos” kampına bizimle birlikte geldi, yaşlıdır, belli bir yaşın üzerindedir diye oradan köye geri gönderildi ve böyle bir sonla karşı karşıya kaldı. Adı Mustafa’ydı...

KAYIP PARÇALAR BULUNMAZSA YAŞAM ESKİSİ GİBİ OLAMAZ...

SORU: Ondan sonra herhalde bir daha Muratağa’da yaşam eskisine dönmedi... Sizin yaşamınız da herhalde asla eskisine dönmedi...
AKANSOY:
Dönmedi... Elbette dönmedi... Muratağa’da da bundan sonra yaşamın eski haline dönmesini hiçbir biçimde mümkün görmüyorum. Nasıl ki bizde de, bende de kırılan parçalar, biraraya getirilmesi bile zor, bırakın eskisi gibi olmasını, biraraya getirilmesi bile zor hale geldi. Çünkü kayıp parçalar var... O kayıp parçaları bulamadığınız sürece, eskisi gibi olamaz hiçbirşey...

SORU: Ne isterdiniz?
AKANSOY:
Bütün bunların olmamasını isterdim elbette...

ANNAN PLANI BİR UMUTTU

SORU: Hayır yani, geleceğe dönük ne istersiniz göresiniz Kıbrıs’ta? “Sınırlar” açık olduğu halde, gene da hala birbirimizi anlayamıyoruz, bir türlü çözemiyoruz sorunumuzu, “birlikte” olduğumuz halde...
AKANSOY:
Ben özellikle Annan Planı’nın ortaya çıkışıyla gerçekten umutlanmıştım. Annan Planı’nın mükemmel bir plan olmadığı herkes tarafından bilinir, herkes tarafından kabul edilir. Mutlaka artıları ve eksileri vardı, bir taraftan da götürdüğü birşeyler vardı, insanların tam olarak tatmin olmadıkları bir hayli taraf vardı ama sonuçta benim anlayışım içerisinde en optimumu idi. Bu gerçekten bu koşullarda olabilecek en iyisiydi. Yeniden birşeyleri yaratmanın ilk adımı olabilirdi. Belki toplumların yeniden biraraya gelmesi ve geleceği karanlıktan kurtarmak adına birçok şeyin affedilebileceği, birçok şeyin unutulabileceği, birçok şeyin belki kasıtlı olarak geri plana itilebileceği bir süreci başlatacaktı. Çünkü inanırım ki önümüzde güzellikler olacaktı. Hedefler olacaktı, oralara ulaşmak için bir çaba ortaya konacaktı ve insanlar durup geride ne olup bittiğiyle değil, artık kendime ve çocuklarıma nasıl bir gelecek hazırlayabilirim tatlı endişesi içinde hareket edeceklerdi. Bunu kaçırmış olmanın da ayrıca derin üzüntüsü içindeyim. Ve büyük oranda umutsuzluk da, aşağıdan yukarıya doğru yavaş yavaş bünyemizi kaplayan bir umutsuzluk da yerleşmeye başlıyor. Bu çok hoş değil elbette, bunu ifade etmek de hoş değil çünkü hala yapılacak birşeyler var, hala mücadele yolları açıktır, bundan da geride durmayacağız, o bir tarafa. Ama gelin görün ki o koşulları yeniden yakalayabilmek de çok kolay olmayacak, bunun da bilinci içerisindeyiz. Dolayısıyla ne olsun isterdim bu saatten sonra? Ben tarafların yaptıkları hataları çok rasyonel biçimde kabullenmelerini beklerim ve isterim. Bu başarıldığı anda, sorun çok daha kolay çözülecek diye düşünürüm. Yoksa tüm bunları inkar ederek ve suçu hep karşıdakine yükleme telaşı ile bir yere varılamayacağına inanırım. Artı, bir de karşılıklı egemenlikler de taslayarak bir yere varılamayacağına inanırım. Galiba herkes - herkes derken o belirli klikler, belirli çevreler - bu adanın ortak insanları olduklarını unutuyorlar, sık sık unutuyorlar üstelik. Yani o bilinçten uzak davrandıklarını görüyorum, bu da ayrıca benim için bir üzüntü kaynağıdır. Ne olur bu saatten sonra? Umut etmek isterim ki iyi birşeyler olsun. Yani işte, “aklıselim” der eskiler... Herkes aklıselime dönsün ve mümkün olan, yapılabilecek olan, elde edilebilecek olanın sonuçta hep bu adada olduğunu, bu sürecin insanlara sürekli birşeyleri kazandırarak ilerleyebilmesine katkı sağlamanın esas olduğunu kavrasınlar ve o yönde adım atsınlar. Bugün kaybettiğiniz arsalar ve tarlalar, yarın geri döner size başka şekilde ama esas olan bu ülkede çatışmalardan uzak, kavgalardan uzak ve bu tür olayların bir daha yaşanmayacağı koşulları yaratacak o ortamı sağlayabilmektir. Benim oğlum şu anda 24 yaşında, genç yaşta evlendim dolayısıyla kocaman bir oğula sahibim şu anda. Çocuğum kendini bildi bileli, babası gibi, iki toplumlu etkinliklerin içerisinde, bu mücadelenin başarıya ulaşabilmesi için muazzam bir çaba ortaya koyuyor ve çok kez de “Sen nasıl bu yolları bu şekilde yürürsün” diye bir karşı koyuşla karşılanır. “Çünkü senin ninen, amcaların, halaların öldürüldü, katledildi Rumlar tarafından, sen nasıl bu tavırlar içinde olursun?”... O da, “İşte tam bu nedenden ötürü bu tavırlar içerisindeyim çünkü benden sonra kimsenin amcası, teyzesi, ninesi öldürülmesin” der.  Ne Türk ne Rum hiçbir çocuk, benim oğlumun yaşadığı yalnızlığı yaşamasın... Yapayalnız çünkü... Anne tarafıyla ne varsa... Ama baba tarafıyla hiçbirşey yok... Böyle bir ortam yaşıyor. Bunu ne bir Türk çocuğunun, ne bir Rum çocuğunun yaşamasını kimse arzu edemez. Aklı başında hiç kimse arzu edemez. İnşallah bu koşulların bir daha yaşanmayacağı... Ütopik mi oluyor acaba, en azından bu bizim umudumuzdur....

“ONLAR CANLI GİBİ DURUYOR”

SORU: Hiç rüyalarınızda görür müsünüz annenizi? Kardeşlerinizi?
AKANSOY:
Çok rüya gören bir insan olduğumu söyleyemem ya da gördüğü rüyaları hatırlayamayan bir insanım belki de. Sürecin başında daha sık oluyordu bu tür şeyler... Şimdi zaman zaman rüya görmeme çok gerek yok ama oğlum sürekli anılarımı anlattırır. Çok rahat bırakmaz beni, sürekli amcalarını sorar, ne yaparlardı, ne ederlerdi, nasıl davranırlardı, yürüyüşleri nasıldı, koşmaları nasıldı... Yani dolayısıyla çok da kopamadım ben... Onları 74’teki halleriyle, o boylarıyla, giyimleriyle, o yüz biçimleriyle hep hatırlıyorum ve aramızdaki ilişkileri anlatıyorum - zaman zaman kavgalı, zaman zaman coşkulu, zaman zaman küs, tartışmalı... İşte, yaşamın kendisi... Hele hele köy koşulları çok daha bir cıvıl cıvıl. Onları anlattıkça oğlum büyük keyf alır! Rüya görmüyorum, onlar canlı gibi duruyor.”