Mustafa Yaşın
mustafayashin@gmail.com
Eğer istersen apaçık, katıksız gerçeği,
Vazgeç ayırmaktan doğruyla eğriyi.
Eğriyle doğru arasındaki çelişki,
Zihnimizin bir illeti.
(Hsinhsin Ming Şiir’inden).
Bu küçücük ve güzel adada her sabah farklı bir soruna gözlerimizi açıyoruz. Trafik sorunundan tutun da, siyasi sorunlara ve sağlığa kadar adını sizin koyabileceğiniz bir çok sorun... Bu yazıda amacım adamızın güzelliğini ve güneşini sis bulutlarıyla örten bu sorunlara çözüm önermek değil. Benim bu yazıda tartışmak ve sormak istediğim, bu gibi sorunlar bizim ne ölçüde mutlak gerçeğimiz olabileceği. Ya da bunu biraz farklı yollardan sormak gerekirse, bu gibi sorunları neden başlıca gerçeğimiz gibi görüp enerjimizin çoğunu bunlar üzerinde harcıyoruz? Diyelim ki Kıbrıs meselesi çözülse sizce şikayet edecek veya zihnimizde saplantı haline getireceğimiz başka sorunlar bulmayacak mıyız?
Alan Watts der ki; bizler düşüncelere bağlımlıyız ve bu bağımlılık en tehlikelilerden birisidir. Bunu da çoğu zaman bilinçsizce yaparız. Peki neden düşüncelere bağlanarak zihnimizi sürekli meşgul tutarız? Ya da biraz daha belirgin olmak gerekirse, neden bir soruna (örneğin, Kıbrıs) saplandık da gidiyoruz? Bu saplantı hali, acaba en derinde üzerinde düşünmekten bile korktuğumuz bazı şeylerden kaçışın bir yolu mu? Ülkemizin sorunlarının önemsiz olduğunu söylemiyorum ancak bu sorunları saplantılı bir biçimde düşünüp onları mutlak gerçeğimiz haline getirmek bize gereğinden fazla endişe ve kaygı vermez mi?
Bu soruları siz okuyucuların düşüncelerine bırakarak, zihnimizin saplandığı bir diğer konuya yani ‘’sahip olduğumuzu düşündüğümüze şeylere’’ değinmek istiyorum. Bizler işlerimizi, eşyalarımızı ve aynı zamanda etrafımızdaki insanları da en temelde mutlak gerçeğimiz gibi görürüz. Dolayısıyla onları kaybetmekten son derece ürkek yaşarız. Fakat bunlar hep bizimle kalır mı? Örneğin, 2008 finansal krizi döneminde sadece Amerika Birleşik Devletleri’nde tek suçu bu sistem içinde bulunmak olan milyonlarca kişi işlerini ve evlerini kaybetti. Ya da ülkemizde boşanma oranlarındaki büyük artışın da hepimiz farkındayız. Özetlemek gerekirse, zihnimiz etrafımızdaki şeyleri (iş, araba, eş veya sorun) hep bizimle var olacakmış gibi algılamakta ama gerçekte durum hiç de böyle değil.
Budizm’de bulunan dört yüce gerçeklik arasında, şeylerin devamsız olması veya sonsuza dek aynı kalmama durumu (1) üzerinde durulmuştur. Budha’nın öğretisine göre, bunun farkındalığını kazanmak acının kaynağını anlamamızı sağlayacak yoldur. Burayı biraz açmak gerekirse, yukarıda belirtildiği gibi bizler etrafımızda olan şeylerin (iyi veya kötü) hep devam edeceğini düşünürüz. Etrafımızı bırakalım, hatta bedenimize o kadar bir bağlıyız ki, hiç ölmeyecekmişiz gibi yaşarız. Ölüm karşımıza farklı formlarda çıktığında da, ölümden uzaklaşma ve onu görmezden gelme eğilimi içerisine gireriz. Bu en derin, belki de tek mutlak gerçelikten uzaklaştıkça, bedene, etrafımızda olan şeylere ve sorunlara daha çok bağlanır ve içinde hep acının olduğu kısır bir döngüye yani Samsara’ya gireriz. Aslında bir an durup bu kısır döngüye tarafsız bir gözle dışardan bakabilsek, bunun bizim yarattığımız yaşamın ta kendisi olduğunu hissedebiliriz.
Ming’in şiirinde sözü edilen apaçık ve katıksız gerçeğe ulaşmak istiyorsak, bu kısır döngü içerisinden kurtulmamız, iyinin ve kötünün üzerine çıkmamız gerekir. Chung-yung’a göre bilgelik; iyiliğin kötülüğü yenmesi için savaşmak değil, tıpkı dalgaların üzerinde dalgalarla birlikte inip çıkan bir şişe mantarı gibi, iyiliğin de kötülüğün de üzerinde kalmasını öğrenmektir (2). Bunu öğrenmenin yolu da zihnimizin illeti olan gerçeği ayırma alışkanlığından özgürleşmektir.
Ben en derinde, sorulması gereken en önemli soruların şu olduğunu hissediyorum: Tüm bu gündelik ‘’sorunların’’ ve ‘’gerçeklerin’’ ötesinde mutlak gerçek var mıdır, varsa nedir ve bu gerçekliği özgürleşerek veya bir şişe mantarı olmayı başararak nasıl gerçekleştirebiliriz? Bu soruya cevap vermeyi denemeden önce, mutlak kavramı nedir bunun incelenmesi gerekir. Mutlak olan değiştirilemez ve devamlı bir şekilde bizimle olandır. Batı ve Doğu felsefelerinde mutlak kavramının anlayışında büyük bir farklılık göze çarpar. Batıda bizler somut şeylerden söz ettiğimiz zaman bunlar maddesel, fizyolojik ya da biyolojik şeyler anlamına gelir. Ancak Taoculuk ve Budizm’e göre, bunlar soyut bilgilerdir çünkü onlara göre bu bilgiler mutlak ve gerçek olan yaşamı olduğu gibi algılamamıza olanak sağlamaz (3). Batı sisteminde büyümüş ve eğitim görmüş bizler için bu sözleri anlamak pek kolay değildir çünkü zihnimiz düşüncelere, maddelere ve içinde bulunduğumuz rollere bağımlıdır. Kadın veya erkek olmaya alışmış, fizyolojik ihtiyaçlara odaklanmış durumdayız. Ancak tüm bu düşüncelerden, ihtiyaçlardan ve rollerden bir anlığına kopabilir miyiz? Bu kopuşla birlikte de Doğu felsefesine göre mutlak olan bilgiye ulaşabilir miyiz? Doğu felsefesi soyut (batıda somut) olan kavramlarla ilgilenmez ve mutlak olan bilgiyi zihnimizin pek alışmadığı bir yöntem olan sezgilerle edinmeyi kendisine bir yol olarak seçer. Sonuç olarak biz batıda somut olarak tanımladığımız ihtiyaçlarımızın peşinden koşarken, doğu felsefesi bunlara soyut kavramlar olarak bakar.
Şimdi burada ortaya çıkan soru, o zaman somut olan yani dolayısıyla mutlak olan gerçek nedir? Bu cevap verilmesi imkansız olmasa da çok zor bir sorudur. Yukarıda sözü edildiği gibi doğu felsefesi bu gerçeği, sadece kelimelerin ötesinde sezgilerle elde edebileceğimiz üzerinde ısrarla durmaktadır. Alan Watts, “Taoculuk, Zen ve Batı Kültürü” adlı eserinde bizlere Plotinus’un ‘’Bu yalnız olanın Yalnız olana doğru yolculuğudur’’ sözünü hatırlatır. Ya da eski bir Zen şiirinde dile getirildiği gibi, “Onu kendinizde bulamazsanız... Başka nerede arayabilirsiniz ki?” (4) Buradan görüleceği üzere, bilgiyi dışarıda yani bizden ötede değil de kendi içimizde aramamız gerektiği üzerinde ısrarla durulmuştur. Yukarıda bahsi geçen Yalnız olan kimdir veya nedir? Mutlak gerçeği tam işte burada görmek, zihnimizin illetlerinden özgürleşmek ve bir şişe mantarı olmak için bu Yalnız olanı gerçekleştirmek gerekir. Burada gerçekleştirmek kelimesini kullanmayı uygun görmekteyim çünkü bu farkındalık veya bilmenin ötesinde bir durumdur. Yalnız olanı gerçekleştirmek tüm bedenle ve zihinle O olmaktır. Ramana Maharshi’nin de dediği gibi mutlak gerçeklikte ne onu gören ne de görülen vardır. Gerçeklik ne gelir ne de gider. O her zaman olduğu gibi var olandır.(5) O’nu olduğu gibi görmenin yolu da ikililikten (duality) özgürleşmektir. Düşüncede ikililik (duality) nedir? Yukarıda sözü edildiği gibi mutlak gerçeği görecek bir ben olduğunu veya görülecek bir şey olduğunu düşünmek, benimle mutlak gerçeklik arasında bulunan en büyük zihinsel mesafedir.
Yalnız’ın veya O’nun peşinde olan ve eserlerinde bunu en derinlerde gerçekleştirildiği görülebilen Sufi, mistik, yazar ve filozof olan İbn-i Arabi’nin şu sözlerine (6) bir bakın:
Kapısını çalıp ısrarla, ümitle pür dikkat bekledim
Ta ki çehresinin azameti gözün önünde belirene kadar
Gel dedi... Hepsi bu,
Varlığın bilgisiyle doldu bütün kalbim
Geride Allah’tan gayrısı kalmadı.
İbn-i Arabi burada Yalnız olana sadece bir ad veriyor ve onu Allah olarak adlandırıyor. Şu sözlerden de anlaşılacağı gibi mutlak gerçekliğe ulaşmak büyük bir özveri ve dikkatli bir şekilde çalışma gerektirir. İbn-i Arabi’nin ‘’Geride Allah’tan gayrısı kalmadı’’ sözleri bize neyi anlatmak istiyor? Geride bir şey kalmadığına göre tek ve mutlak olan gerçek Allah’tır. Bazıları buna Yalnız olan, Tao veya O demişler. Ama bu Yalnız, Tao, O veya Allah bir birinden farklı şeyler mi? Akılcı baktığımızda (dualistic) ve bu tanımlarla karşılaştığımızda, adı önemli olmayan ve “geride ondan gayrısı kalmayanla” aramıza bir mesafe koyma eğlimi içerisine gireriz. Fakat geride ondan gayrısı kalmadıysa, o zaman ben neredeyim?
Bu soruya akılla verilecek her cevap eksik kalacaktır çünkü o cevap gerçekleşmemiş olacaktır. Taoculuk ve Budizm’e göre, mutlak içten içe duyulabilecek, fark edilebilecek, yaşantıyla doğrunabilecek somut bir gerçekliktir ve burada en önemli noktalardan biri de bunun herkes tarafından doğrulanabilecek bir gerçeklik olduğudur. Zen ustası John Daido Loori (7), mutlak bilgiyi edinme sürecinin sadece kendimiz tarafından yapılabileceğini ve bu bilgiyi edinmenin yönteminin de Zen meditasyon yani Zazen olduğunu söyler. Meditasyon veya Zazen nedir, nasıl yapılır bu yazının kapsamı dışındadır ancak Zazen sadece tüm kalple oturmak ve kendi içine bakmak anlamına gelir. Mutlak gerçekliği gerçekleştirmek için bu yöntem tek yöntem olmayabilir ancak hangi yöntem kullanılırsa kullanılsın çok büyük bir özveri gereklidir. Bir dağ gibi dimdik bir şekilde, hep gözümüzün önünde, tam işte burada duran ve hep bizimle olan mutlak gerçeği görmek neden bu kadar zor? Bu dağı apaçık ve katıksız görmemizi engelleyen sis bulutlarının kaynağı ve kökeni nerede? Aslında bu soruların cevapları hiçde uzaklarda değil, kendi içimizde. Sizler en son ne zaman sadece oturup, kendi içinize baktınız?
Kaynakça:
- Rahula, W. (1974). What the Buddha Taught, Grove Press.
- Watts, A. (1985). Denemeler: Taoculuk, Zen ve Batı Kültürü. Yol Yayınları.
- İlhan G. (1978). Zen Budizm – Bir Yaşama Sanatı. Yol Yayınları.
- Watts, A. (1985). Denemeler: Taoculuk, Zen ve Batı Kültürü. Yol Yayınları.
- Maharshi, R. (1985). Be As You Are. The Teachings of Sri Ramana Maharshi. Penguin Group.
- Chittick, W. (2016). Sufi’nin Bilgi Yolu. Okuyanus Yayınları.
- Loori, D. J. (2002). The Eight Gates of Zen. Shambhala Publications, Inc.