Gözlerim gözünde aşkı seçmiyor,
Onlardan kalbime sevda geçmiyor,
Ben yordum ruhumu, biraz da sen yor,
Çünkü bence şimdi herkes gibisin.
Yolunu beklerken daha dün gece,
Kaçıyorum bugün senden gizlice,
Kalbime baktım da işte iyice,
Anladım ki sen de herkes gibisin.
Büsbütün unuttum seni eminim,
Maziye karıştı şimdi yeminim,
Kalbimde senin için yok bile kinim,
Bence sen de şimdi herkes gibisin…
Yukarıdaki dizeler Nazım Hikmet’e ait. Nazım yaşamı boyunca birçok kez aşık olmuş bir aşk ve sevda adamı. İlk büyük aşkı ve ilk eşi Nüzhet’ten ayrıldıktan sonra Piraye’ye aşık olup onunla evlendi. En güzel aşk şiirlerini uzun süre evli kaldığı Piraye için yazdı. Onlarınki dillere destan bir aşktı. Nazım’ın uzun süren mahpusluğu bu aşkı daha da güçlendirmişti. Hapiste olduğu süre içinde hep Piraye için yazdı en duygusal dizelerini. Yine de her şeye rağmen gün geldi bu büyük aşk bitti. Çünkü Nazım’ın kalbinde artık Piraye’nin yerini Münevver hanım almıştı. Kimbilir belki de uzun sürmesinin nedeni hapiste geçen günlerdi. Normal şartlarda yaşasalardı belki de bu aşk çok daha önce bitecekti. Hep derler ya; “bir ateşi ancak bir başka ateş söndürebilir” diye… Piraye’nin Nazım’ın kalbinde yaktığı ateş de Münevver hanım’ın yaktığı ateşle söndürülmüş, onun kalbi artık Münevver’in aşkı ile yanar olmuştu. Yani aşk devam ediyordu da sadece imgesini değiştirmişti. İmge artık Piraye değil, Münevver’di. Çünkü Nazım’ın her zaman boş durmaya tahammülü olmayan aşık bir kalbi vardı.
“ Nazım Hikmet’in Aşkları” şairin çocukluk ve gençlik arkadaşı Vala Nurettin tarafından kaleme alınmış, ünlü şairin Nüzhet, Piraye, Münevver ve ölünceye kadar evli kaldığı son eşi Vera ile evlilikleri, Semiha Berksoy, Dr. Lena, Dr. Galina ve diğer kadınlarla birliktelikleri, onlara yazdığı sevda yüklü dizelerle birlikte kitabında bir araya getirilmiştir.
Aslında Nazım Hikmet’in aşklarını anlatmak değildi maksadım ama bir vesile ile onu anmak da güzel… Geçenlerde aşk evliliği yapmış bir dostumun evliliğinin aniden bitmesi ve bundan dolayı yaşadığım şok, aşk denen duygunun ne melen bir şey olduğunu yeniden düşündürdü ve bu haftaki yazımın konusunu belirledi.
Varolduğundan beri insan, aşk denen duyguyu da diğer duygular gibi tanımlamaya çalışmış, buna rağmen ne olduğunu tam olarak bilememiştir. Herkes aşkı kendi duygularına göre tanımlar. Kişiden kişiye aşkın tanımı değişir çünkü o, bireysel bir duygudur. Bazı araştırmacılara göre aşk, insanın kimyasını değiştiren, hormonlarla ilgili ve duyguların abartılı olarak yaşandığı bir durum. Gülmek, ağlamak, acı çekmek, neşelenmek, gözyaşlarına boğulmak normal hayatta da varken, aşık olan birinde bunlar abartılı olarak görülür.
Yürekte bir kıpırdanış, sebebi bilinmeyen sancılı bir heyecandır aşk. Ancak her kıpırdanışın adı aşk değildir. Bazen bir koku, bazen bir ses aşka davetiye çıkarsa da, o her zaman ortaya çıkan bir durum da değildir. Mutluluk amaçlıyormuş gibi algılansa da aslında çıkmazların ve mutsuzluğun peşine düşmek demektir bir bakıma. Gerçek aşkı yaşamış olan Leyla’yla Mecnun, Ferhat’la Şirin, Kerem’le Aslı mutlu olabilmişler miydi? Belki de imkânsızlıklar, engellerdi onları bu derece birbirlerine tutkun yapan. Her şey kolay olsaydı birbirlerine böyle aşık olmazlardı belki de. Gerçek aşk acı veren, hırpalayan, yıpratan ve hüsranla biten bir duygu.
Bu derin ve hassas konuya giriş nedenimi yukarıda da söylemiştim ama nerdeyse girdiğime gireceğime pişman oldum. Öyle hassas öyle derin bir konu ki bu; içinden çıkabilene aşk olsun. İnce işler bunlar. Bu yüzden başlamış bulunduğum bu konuyu tamamlamak için epey araştırma da yapmak zorunda kaldım.
Bazı araştırmacılara göre aşkı başlatan cinsel cazibedir. Buna rağmen aşık olunan kişiyle ilişkiye girmek yerine ilişkiden uzak durulur. Aşkın ömrü yani ne kadar süreceği kişinin bastırmış olduğu duygularıyla alakalıdır. Bastırılmış duygularını tüketene yani aşık olduğu kişiyle birlikte olana dek aşık olmaktan kurtulamaz. İlişki ise aşkı kısa sürede tüketir. Yapılan klinik deney ve gözlemlerle aşkın ömrünün minimum üç, maksimum beş yıl olduğu sonucuna varılmıştır
Bir başka düşünceye göre aşk narsistik bir durumdur. Birey aslında kendi kendine âşıktır ama bunu dile getiremez. Kendine duyduğu aşkı başka birine yöneltmek durumundadır. Bu yüzden kafasında bir imge, bir imaj yaratır ve yarattığı imajı karşısındaki kişiye yükler. O insanı olabildiğince yüceltir. Aslında yüceltmek istediği kendisidir ama bunu yapamadığı için sürekli aşık olduğu insanı yüceltir. Bunu yaparken kendini aşağılanmış hisseder ve bir ego gerilemesi yaşar. Aşağılanmış hissetmek bireye büyük bir ruhsal acı yaşatır. Kendisini eksilmiş, değersiz ve yetersiz hissettikçe aşkı büyür ve nihayet hedefine olaşır yani narsistliğin gereği olarak acı çeker.
İki insanın karşılıklı birbirine aşık olması ise bir görüşe göre aşkı bitirir, çünkü gerçek aşk platoniktir ve birey hedefine ulaşmak için çaba harcadıkça aşıktır. İlişkiyle acıdan kurtulacağını sanır, fakat kısa zaman sonra bu beraberliği yürütmek istemez çünkü ilişki aşkı bitirmiştir. Uğrunda her şeyini feda ettiği insanı çok abarttığını, aslında onun kendisi için bir hiç olduğunu görür ve yıkılır. Ya kendisinin terk edilmesini sağlar ya da bir zamanlar deli gibi sevdiği insanı terk eder. Yeni birine aşık olur ve ayni süreç yeniden başlar. Bu yüzden “Mutlu aşk yoktur” denir hep.
Bu Yüzden:
“Bütün kitapları yakmalı/ Sevda üstüne ne söylenmişse yalandır/ Kitaplara göre insan/ karanlıkta yüzüne bin mumluk lamba tutulmuş/ gözleri, yüreği kamaşmış insandır/ aptaldır, hastadır, kahramandır/ bütün kitapları yakmalı/ sevda üstüne ne söylenmişse yalandır/İçinde tek bir süret yaşayan yüreğe yürek mi derler/ bir tek yaprak veren dalın boynun burarlar/ bir tek meyve veren dalı keserler/İnsan dediğin bir buğday tarlası olmalı/ esti mi rüzgar bir değil milyonlar için esmeli/ insan dediğin derya misali/ uçsuz bucaksız olmalı.” (Bedri Rahmi Eyüboğlu)