Elizabeth Farrelly “Mutluluğun Sakıncaları” kitabında ‘mutluluk paradoksu’ndan bahseder. Mutluluk paradoksu kısaca bizi mutlu edeceğini düşündüğümüz (veya mutluluk satan) şeylerin bizi mutlu etmediği fakat buna rağmen bunları istemeye, arzulamaya devam etmemizdir.
Bir nevi hedonist bir döngü diyor buna Farrelly, sahip olmak ve istemek, diğer yandan sahip oldukça tatminsizleşmek ve bu tatminsizliğin doğurduğu boşluğu daha fazla sahip olmak ve daha fazlasını istemekle doldurmak. Bitmez bir tüketici döngü.
***
İnsanın anlam boşluğunun bir yığın tüketim arzusu ve mutsuzluğu ile yamalanması fakat boşluğun hiçbir zaman kapanmaması. Çünkü mutluluk pazarlayan tüketim toplumu anlam boşlukları ve mutsuzluklar üreterek işlemektedir. İnsanların mutluluklarını ve arzularını karşılayarak daha fazla mutsuzluk ve daha fazla arzu üreterek. Tam da burada iktidarın arzuları, isteklerimizi, mutluluk ve mutsuzluklarımızı üreterek, yöneterek ve manipüle ederek işlediğini görüyoruz.
Bugün hayatlarımızı 360 derece saran tüketim ideolojisi ve denetim iktidarı dikeylemesine ve yataylamasına mutsuzluklar, arzular, istekler ve tatminsizlikler yaratarak (da) işlemektedir.
***
Bu durumu sosyal medyadaki “like” kültüründen veya Kıbrıslı Türk orta sınıfının davranış-tüketim alışkanlıklarından çok kolay gözlemleyebilirsiniz.
Geçen gün fikirlerine değer verdiğim bir arkadaşla insanların mutsuzluklarının/tatminsizliklerinin ne kadar bariz bir şekilde görünür hale geldiğini konuşuyorduk.
Mutsuzluk veya tatminsizliklerini, sürekli araba değişmeyi hayatlarının hedeflerinden biri haline getirmiş, daha büyük lüks evlerde oturma hayalleri ile büyülenen, gündelik hayat içerisinde sürekli olarak bedenini veya yaşadığı anları teşhir etme ve beğenilme arzusuyla tutuşan, beğenildikçe de teşhir etme istenci artan; tatmin olma potansiyelini tamamen bedeninin güzelliğine endeksleyen kişiler gittikçe daha görünür olmakta.
Özellikle tüketim ve beden üzerinden şekillenen bu döngü bugün insanların hem yönetilen mutsuzluğunun hem de yönetilen mutluluğunun başat faktörü haline gelmiştir. İnsan bedeni, bugün tüketim ve ‘story’ akışları içerisinde tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar şeyleşmiş ve metalaşmış; kişinin hem mutluluğu hem de mutsuzluğu haline gelmiştir.
İnsan bedeninin güçlü, sağlıklı olması ve güzelliği Antik Yunanda hem düşünürler hem de yurttaşlar arasında önemli bir meseleydi. Fakat Antik Yunanda beden güzelliği, fikirsel ve düşünsel bütünün bir parçası, tamamlayıcısı olarak algılanıyordu. Yani bir denge durumu söz konusuydu. Fakat günümüzde artık beden salt bir gösteri, teşhir ve ‘like’ değeri ile ölçülür duruma geldi. Yani tamamen şeyleşti. Şeyleştiği ölçüde de tüketim kültürünün ürettiği arzuların-tatminsizliklerin birer dayanak noktası haline geldi. Bu durumun en büyük sakıncası ise, kişinin hayattaki anlamsızlıklardan veya mutsuzluklardan uzaklaşabilmesi için bedenini bir tür yanlış anlam havuzu olarak kullanıyor hale gelmesidir.
Mutluluk ve mutsuzlukların yönetildiğinden bahsetmiştim. Buna aynı zamanda güzellik ve beğenilme güdümüzün de yönetildiğini ekleyebiliriz. Hatta bedenlerimizin de. Çoğu zaman bedenlerimiz üzerinde hakimiyet kurduğumuzu düşünürüz. Fakat sürekli olarak sizi fit, kaslı, ‘düzgün’ veya ‘seksi’ olmaya ve bunu teşhir etmeye çağıran bir sese tabi olduğumuzu kaçırıyoruz. Ve de yaratılan bu arzu silsilesi içerisinde bu sesin çağırdığı yere gidiyoruz. Sesin size dayattığı bedene kavuşuyorsunuz, sosyal medyada teşhir ediyorsunuz, beğeni alıyor, belki flört ediyorsunuz. Fakat sonra yeni bir döngü başlıyor.
***
Hayatın içerisinde anlamdan yoksullaştırılmış veya anlam yaratamayan birey bu ses sayesinde arzularını tatmin ettiğini hisseder. Fakat bu tatminin süresi çok kısadır. Az sonra yeni bir tatminsizlik ve mutsuzluk dalgası başlayacaktır. Fakat yine o ses devredir. Bu kez de başka bir şeyi tüketmek için sizi çağıracaktır. Bir nevi “şeyleşme döngüsü” de diyebileceğimiz mutluluk paradoksu işte böyle işliyor.
***
Yine kitaba dönecek olursak, Elizabeth Farrelly bu durumu aynı zamanda yanlış şeyi istemek olarak tanımlıyor. Sürekli olarak sistemin yarattığı arzular tarafından uyarılıyoruz. Halbuki bu durumu bizim arzulamayı arzulayamaz duruma getiriyor. Farrelly, tüketim ve hep daha fazlasına odaklı bu -yanlış- isteminin insan bilincinde yatan yaraları kapatamayacağını ifade ediyor ve ekliyor: “İnsan bilincindeki bu yarayı tedavi edebilmenin en iyi yolu müzik, resim, edebiyat ve en başta da felsefedir.”
Mesele burada kişinin kendisini gerçekleştirmesi ve bu potansiyelini güçlendirmesiyle ilgili. Kendisini gerçekleştiremeyen -ki bu ölüm ile sonlanacak bir süreçtir-, sürekli bir sahip olma-gösterme ve tatminsizlik döngüsünde kısılıp kalan, daha fazla tüketimi arzulayan ve daha fazla tüketimin arzusuna kapılan kişi aslında kendisiyle de barışık olmayan, kendine yetmeyen ve çareyi hep daha fazlasında arayan kişidir. Bir nevi ölüm kaygısı ile baş edememiş, mutsuzluğun bilincine varamamış kişidir.
Halbuki kendisini gerçekleştirebilmiş, yaratıcılığını geliştirebilmiş ve bununla beraber ister soyut ister somut bir şeyler üretebilen kişi, ölüm kaygısını en aza indirebilmiş, aynı zamanda ‘mutluluk paradoksundan’ kurtulabilmiş kişidir.
Belki de Kıbrıs’ın kuzeyindeki memur mutsuzluğunun, hep daha fazlasını isteme ve tatmin olmama çılgınlığının, hatta son zamanlarda gittikçe yaygınlaşan kısa yoldan zengin olma yolsuzluklarının, ayrıca lüks tüketim için çekilen ve gittikçe artan kredilerin, bedenlerin sonsuz beğenilme ve teşhir etme istencinin temelinde bu ‘mutluluk paradoks’ yatmaktadır.
***
Hep başkalarının yaşamlarını veya siyasetlerini tartışmaktan, kendi yaşamlarımızın yoksunluğuna kör kalıyoruz. Büyük siyaset ve sloganlar arasında küçük yaşamların kocaman-gösterişli sefaletini, konfor alanlarımızın körleştirici ve köreltici etkisini, yüzlerce tüketici ve arzu uyandırıcı gösterge yığını içinde ufuk çizgisinden yoksun kalışımızı onaylıyoruz. Sığındığımızı sandığımız güvenli alanlar, çoğu zaman bizim düş gücümüzü, düşüncelerimizi ve yaratıcılığımızı yok eden hapishanelerimiz oluyor. Konforlu alanlar içerisinde hayal gücümüzden mahrum hale geliyoruz.
***
Sanırım felsefenin o kadim sorusuna dönmek ve bu soruyu hayatımızın oluş süreçlerinin hemen yanı başına koymak artık elzem hale geldi: Hayatın anlamı nedir? Bir yaşam nasıl yaşanmalı, iyi bir yaşam nasıl olmalı?
———————————-
*Yapı Kredi Yayınları'ndan çıkan "Mutluluğun Sakıncaları" kitabıyla tanışmama vesile olduğu için sevgili Raziye Nevzat'a teşekkürler.
Son not: Daha fazla okumak, okunanları daha yavaş süzebilmek ve dinlenmek için kısa bir yaz arası. Sonbaharda görüşmek üzere.