Rıdvan Arifoğlu
rarifoglu@yahoo.com
Ne kadar yazarsanız yazın belli bir ortamda epeyce su götürebilecek konular vardır. Eserlerde olay örgüsü ile kurgunun aynı şey olmaması meselesi de bunlardan biridir. Bir eserin öyküsü olmaması durumunu algılayamıyoruz bile. Olayların belli aralıklarla ortaya konmasını kurgu sanıyoruz. Tüketimlerin çoğu da bu yöndedir.
Dizileri ele alalım. Anlatımların ustaca kotarıldığı, görüntünün de iyi olduğu diziler olay örgüsü olmadan ayakta duramayacaktır. Kurgu diye bahsedilen şey kabaca şudur: 5-6 mekanda ana öykü ve yan öyküler arka-arkaya çekildikten sonra bunlar kesilip montajlanır. Bir bölümde diyelim 5 mekan varsa, her birinde 15-20 dakikalık çekimler yapılıyorsa biz bunu serpiştirilmiş olarak seyrederiz. 1. mekandan 1-2 dakika, 4. mekandan 1-2 dakika, 2. mekandan 1-2 dakika, sonra gene 1. mekandan 1-2 dakika, gibi… Bu montajlama işlemi kurgu diye adlandırılır. Seyirci "ne olacağını" merak eder. Tüketimci için aslında öyküden ve olay örgüsünden başka birşey yoktur.
Bu durumdan diziyi yapanlar da o kadar sıkılır ki bölümler ilerledikçe, ilk başta var olan heyecan da ortadan kalkınca belli kalıplar olay örgüsünün içine enjekte edilir, ya da kalıplardan olay örgüsü çıkar. Örneğin komedi dizilerinde mutlaka ana veya yan karakterlerden birinin hafızasını kaybetme durumuyla ve bununla birlikte gelişen komik olaylarla karşılaşırız. Bu olaylar da elbette çok su kaldırır; neticede hafıza kaybı olay örgüsüne geniş bir yelpaze sunar. Günlük hayatta çok da karşılaşılmayan bir durumu her komedi dizisinde seyretmek seyirciyi pek de rahatsız etmiyor gibi görünüyor. Ortaya çıkan komik durumlar daha önemlidir.
Olay örgüsüne dayanan eserleri hiç sevmiyor değilim. İyi anlatımlar olduğunda bunun da önemi vardır, ancak her eserin olay örgüsüne dayanması gerektiğini varsaymak yanıltıcıdır. Tüketim alışkanlıkları dediğimiz şey sadece marketten aldığımız peynir-ekmekte değil, bunlarda da görünür hale gelir. Olay örgüsünün çok iyi oturtulduğu, anlatımın özenli, karakterlerin alengirli olduğu eserleri de seviyorum, çünkü biliyorum ki birbirinden çok fazla ayrılamayan şeylerdir bunlar. Bir de tabii hangi dalda olduğu önemlidir. Film mi, roman mı, resim mi… Şiir farklıdır benim için. Sanat eseri değildir şiir. Bazı eserler olay örgüsü varmış gibi görünmesine rağmen öykü hep geridedir. Bundan da salt alegori anlaşılmamalı. Bunların başında Ulysses gelir.
Yazdıklarımıza biraz da böyle bakalım derim. Olay istiyorsak günlük gazeteler, internet siteleri yeterlidir. Örgüsünü de yapmak zor değil. Sinemada mesela bir Bergman, bir Tarkovski, iki Coen, bir Pasolini örgüsüz yönetmenlerdir… Belli ki bunlar uzun zaman dilimlerinde dert ettikleri kavramları nasıl işleyebileceklerinden başka bir şey düşünmeyen sinemacılardır. Antonioni'nin Blow Up'ını seyredenler hatırlar: Kapalı mekanda bir konserde gitarist gitarını kırıp seyirciye atar. Seyirci hayran oldukları grubun (gitar) "parçalarını" kapmak için birbirini ezer. Bir-iki gün sonra aynı gitar parçası bir şekilde sokaktadır. Yoldan geçen biri sapını ayağıyla dürtükler ve değersiz bir şey olduğunu anlamamızı sağlar, sapı hafif bir tekme atarak kenara çeker. İşte olay örgüsü böyledir. En değersiz parça sahiplikten dolayı değerlenir veya tam tersi. Sırf bu yüzden de değersizdir. En güzel hikayeler sahaflarda anlatılır. Hikaye bir nesneyi konu alıyorsa eski ve işe yaramaz olarak görülen o şey değer kazanır. Nesne mumya gibi aurasıyla sarıp sarmalanır. Yolcu, durduğu yerlerde hikayeler anlattıkça insan yerine konur. Tüketilen şey budur.
Olay örgüsüne karşı ikinci bir olay örgüsü de bazen değersizleştirmek için kullanılıyor. Mesela bazen yaptıklarını beğendiğimiz biri onu çocukluğundan beri tanıyan başka biri tarafından acımasızca değersizleştirilmeye çalışılır. Sanki cemazülevvelindeki utanç verici şeyleri bilmek eserinin de değersizleştirilebileceğine bir kanıttır. Çocukluğunda birinin bilmem ne yapmış olması ve arkadaşının da buna "şahit" olması onun yaptığını elbet değersizleştirmez. Sırf algıyı değiştirmek için bu yapılır. Belki biraz kıskançlıktan. "Ben onun bilmem nesini bilirim," diye başlayan cümlelerde bir mahkeme kurulmuş olur ve şahit bütün gördüklerini anlatmaya çalışır. Düz okuyucu anlatılan yeterince ilginçse onu önemser, ama oralarda adil bir "yargıç" varsa (ne demekse!) bütünü değerlendirmek için uğraşır.
O yüzden "anlatılan senin hikayendir" ama çok da heveslenme sayın kadastrocu; hikayeler köpüktendir ve patlayacak/patlamış olmalarıyla var olurlar. Biz İskandinavlar böyleyiz işte, hemen parlar, patlar, dağılırız.
Bir sessizlikten sonra, "Anlat!" denmesiyle karşılaşmışızdır. "Annad be Aamed!" Anlatacak çok şey vardı da, sözcükler bir araya gelmemekte diretti. Sessizliği hikayelerle geçiştirebiliyoruz ama külyutmaz yalnızlık zayıf noktalar belirlemeye çalışıyor. O delip de geçiyor.
Bir mecranın daha sonuna geldik. İnsan alışkanlıklarından kolay vazgeçemiyor. Sigarayı kesmeyi hiç denememiş tiryakiler bazen "İstediğim zaman bırakırım," der. Her geçmiş de geçmiş değil, biliyoruz. Bazen öykülerden kurtulmaya kafayı takmak gerek. Keşke bütün tiryakiler arada bir içse, onun dışında sigara aramasa. Etki herkeste aynı olmuyor belli ki. Öykü sıkmaya başladığında bildik birini de çağıramıyorsun dizilerdeki gibi. Sevilen bir şarkıcı oynatsak ne kadar saçma olursa olsun idare ederdik. Hikayelerin yerine ne koyacağız? Koymak gerekli mi? Madem "içmeyi bilmiyorsun" a çocuk, kes gitsin, at gitsin. Kaka o.