Bazı filmler, gerek üslubu, gerek sinematografisi, gerekse ele aldığı hikâyeyi anlatış biçimi ile bir kurmacadan çok ötedirler. Böylesi filmler, salt bir sinema filmi değil; aynı zamanda politik bir araç, sosyolojik kanıt, tarihi sorgulayan birer mekanizmadırlar ve ele aldıkları konu ile ilgili o güne kadar belleklerde oluşan klişeleri yerle yeksan ederler. Gişe kaygısı, bugünün insanın herhangi bir konu ile ilgili derin sorgulamalar ve dikey okumalar yapma konusundaki noksanlığı; yapımcıları bu tip sinema filmlerinden uzak tutuyor. Bağımsız sinemacılar her ne kadar da derin ve nitelikli, özel bir hikaye anlatan, düşündüren ve sıra dışı bir üslup ile aykırı bir konuyu işaret eden filmler üretse de; bu tarz filmler geniş kitlelere ulaşma noktasındaki zafiyetini henüz aşabilmiş değil…
2008 yılında, Edward Zwick tarafından yönetilen, Daniel Craig, Liev Schreiber ve Jamie Bell’in oyunculukları ile göz kamaştırdığı Defiance isimli film, tam da yukarıda bahsettiğim gibi çoğu izleyicinin belki de göremediği derin konuları sorgular… Nechame Tec’in filmle aynı ismi taşıyan “Defiance” isimli kitabından uyarlanan film, 2. Dünya Savaşı’nda Yahudilerin yaşadığı yıkımı anlatan bir film gibi görünse de; Belarus’taki yaşam, işgal altındaki ülkelerdeki Nazi işbirlikçilerinin yaşadığı ahlaki çöküntü ve sonuçları, Belarus’taki kırsal kültür, Yahudilerin dini ve kültürel ritüelleri, komünizm ve insan doğası gibi kavramlar da filmde ele alınır. Gerçek olaylardan uyarlanan film, Nazi işgali altındaki Stankevichy’deki Bielski kardeşlerin Naliboki ormanlarına kaçmasını ve bu kaçısın ardından yaşananları anlatır. Bielski kardeşlerin Naliboki ormanlarında gizlenmesinin ardından ormana kaçıp orada yaşam alanı kuran binlerce Yahudi’nin savaş sona erdiğinde kurtuluşunu anlatan film, özellikle tehdit altındaki bir durumda, ortak yaşamı, paylaşımı, bu durumda insanın yaşadığı ikirciklikleri ve ahlaki dilemmaları sorgulayan boyutu ile de özel bir filmdir. Bu noktada binlerce insanın kurtuluşunu ve ortak yaşamını örgütleyen Zus ve Tuvia Bielski’nin Naliboki ormanlarında birbirleri ile yaşadığı çatışmaları, karakterlerini anlatmakta fayda vardır...
Zus Bielski, tutkularının rehberliğinde tavır geliştiren bir birey iken, Tuvia akıl yürüten, empati yapabilen biridir… Etik yetkinliği ile öne çıkan Tuvia, Naliboki ormanına kaçıp ortak bir yaşam alanı yaratan binlerce Yahudi arasındaki dayanışmayı önemser. Zus Bielski ise kendi ve ailesi dışındaki Yahudilerin önemsiz olduğunu, önemli olanın Nazilere karşı savaşmak olduğuna inanır. Bahsettiğim değerler ışığında iki kardeşin filmde yaşadığı çatışmalar basit gibi görünse de; aslında altında çok derin sorgulamalar barındırır. Bu iki karakterin yaşadığı çatışma, akla cevaplanması gereken şu soruları getirir: Çoğunluğun korunması için bazı bireyler feda edilmeli midir? Bir saldırı altında ne kadar ahlaki davranılabilir ?” Tüm bu soruların cevabını düşünürken, A.O.Scott tarafından New York Times’da kaleme alınan bir makalede ifade edilenler, Defiance’ın aslında bu yönü ile ne kadar “biricik” bir film olduğunu idrak etmemize oldukça yardımcıdır: “Bielski kardeşler ilahi değildi… Onlar kusurları olan kahramanlardı ki onları gerçek ve büyüleyici yapan da buydu. Bielski kardeşler defalarca ahlaki dilemmalar ile karşılaştı ve filmde de dramatize edilmeye çalışan buydu: Bir insan canavar ile savaşmak için canavar olmalı mı? Bir insan, insanlığı kurtarmak için vahşi bir varlık gibi davranmalı mıdır?”
İnsanın bencil yatkınlıkları, savaşta insanın yaşadığı ikircikli durumlar dışında bugüne kadar alışılan tarihi klişelere karşı bir tez geliştirmesi babında da filmin önemi büyüktür. Filmde kimi çevrelerce Yahudi propagandası yapıldığı iddia edilse de; filmin gerçek yaşanmışlıklar üzerine kurgulandığını düşündüğümüzde bu iddiaların rasyonel bir zemini olmadığı belirtilebilir. Yazımın başında da altını çizdiğim üzere; Defiance, 2. Dünya Savaşı ile ilgili bugünde kadar beyaz perdeye aktarılan filmlerde Yahudilerin yaşadıkları ile ilgili izleyiciye aktarılanlardan çok farklı bir konuyu, alışılagelmiş bakış açısından farklı ele alır. Filmde anlatılan hikayenin özüne baktığımızda; vurgu yapılan Yahudilerin yaşadığı katastrofi veya Yahudilerin yaşananlar karşısında takındığı edilgen tavır değildir. Altı çizilen; Yahudilerin de onurlu bir şekilde direnebildikleridir. Kimi durumlarda kendi kaderlerini kendilerinin belirleyebildikleridir. Masum sivillere karşı gerçekleştirilen yıkımın sadece Nazi Almanyası tarafından değil, aynı zamanda Sovyetler tarafından da gerçekleştirildiğidir. (Nazilerin gerçekleştirdiği ölçekte olmasa da)
Evet, tarih anlatısının ne kadar nesnel olabileceği, yıllardır tartışıla gelen bir konudur. Örneğin Sovyetlerin Katyn’de yaptıkları katliam Sovyet tarih anlatısında ne kadar anlatılmıştır veya anlatılmış mıdır? Sovyetler ve Nazi Almanyası’nın 2. Dünya Savaşı’nın başındaki işbirliği, 2. Dünya Savaşı sonrası bazı Nazi subaylarının kimler tarafından Güney Amerika’ya kaçırıldığı çok fazla tarih kitaplarında yer almaz… Bugün tarih anlatısında tarih kitapları kadar belgeseller veya sinema filmlerinin de büyük önemi vardır. Örneğin Yahudileri değil de Alman komünistleri, eşcinselleri veya Roman vatandaşlarını 2. Dünya Savaşı’nda mağduriyetin öznesi gibi gösteren kaç tane kült sinema filmi veya belgesel vardır? (Sophie Scholl dışında) Tüm bunlar, aslında tarih anlatısının nasıl muktedirlerin, sermaye odaklarının güdümünde olduğunun kanıtıdır. Oysa tarihin amacı nesnel gerçekliğe ulaşmak olmalıdır. Ödenekli, sermaye odaklarından güdümlü tarih dayatmasına karşı yapılması gereken insanların şüphe etmesidir. Öz bilinci olan bir varlık olmak da bunu gerektirir… Özellikle bizim coğrafyamızdaki gibi, manipülasyon ile yaratılan toplumsal bellek odalarının her bir kapısı üzerimize kilitlenmişken… Ne demişti Descartes? “Gerçek bilgi; yaparak, denenerek öğrenilen bilgidir. Şüphe etmek, bilmeye atılan ilk adımdır.” Belki böylece şüphe ederek bilmeyi, bilerek de yaşadığımız bireysel ve toplumsal travmalara son vermeyi öğrenebiliriz…