Berlin Duvarı’nın yıkılışı, sosyalizmin tarihteki en büyük yenilgisi olarak kabul edilir. Gerçi, Sovyetler Birliği, Çin ve Doğu Avrupa ülkelerindeki rejimin ne kadar “sosyalizm” olduğu, bürokratik sosyalist denemelerin Berlin Duvarı yıkıldığında mı, örüldüğünde mi yıkıldığı bambaşka bir tartışma konusu, bir başka yazıda ele alırız...
Evet, Berlin Duvarı’nın yıkılması ve Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile son 25 yıldır sosyalist ideoloji, kapitalizmin güdümündeki kitle iletişim aygıtları ile özgürlük karşıtlığı, totalitarizm olarak sunuluyor... Kapitalizmin, insanı, toplumu, ekolojiyi tüketip, parayı yücelten prensiplerine rağmen, kendini pazarlamasındaki başarısı; bugün dünyada yaşanan küresel iklim değişikliği, mülteci ve göçmen krizi, Avrupa ve Orta Doğu’da yaşanan güvenlik sorunu, Suriye’de 5 yıldır bitmeyen iç savaş, Ukrayna’daki kriz, Ortadoğu’da sona ermeyen mezhepsel yıkım gibi olguların kapitalizm ile ne denli ilintili olduğunu, “sade yurttaşın” görmesini engelliyor...
Geçtiğimiz günlerde okuduğum ‘Sol liberalizm ve diğerleri’ isimli söyleşide de altı çizildiği gibi, bugün kapitalizmin ne olduğu ve ne olmadığı ile ilgili ortalıkta olan egemen söylem, kapitalizmin bir tahakküm ve sömürü biçimi olmadığı, işçi sınıfının ise yok olmaya yüz tuttuğu tarzındadır.
Bu yaratılan algı aslında çok da yeni değildir. 1980’lerde artan neo-liberal saldırılar, sosyalizme dair inançta oluşan radikal güven kaybı, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki rejimlerin yıkılışının ardından kapitalizmin bu ülkelere bir ‘merhem’ olarak pazarlanması sonucu yaşanan bir nevi akıl tutulmasıdır aslında kapitalizm ile yaratılan bu algının bugün halen geçerliliğini yitirmemesi...
Yaratılan bu algı, aslında ‘klasik sol’un son 25 yılda başkalaşım geçirmesine, ‘yenilenmesine’ daha açık konuşacak olursam; orta yolcu olmasına, sermaye yanlısı olup emekçinin ağzı ile konuşmasına, sınıfsal gailesini yitirmesine sebep oldu. Dünyadaki ‘yeni sol’, tüm bunları yaparken, bugünün çağdaş dünyasında ortaya çıkan LGBT hakkı, çevre kaygısı, patriarki karşıtlığı gibi kavramlara sarılıp, kozmetik reformist söylemleri ile yeni bir sol kürsü yaratıldığı inancı ile bugüne gelindi... Peki, özellikle Sovyetlerin yıkılmasının ardından dünyada klasik sol adına yaşanan başkalaşımın Kıbrıs’ın kuzeyindeki tezahürü nasıl oldu?
Gayet açıktır ki Soğuk Savaş’ın sona ermesi sonrası sol kültür adına yaşanan hezimet, Kıbrıs’ın kuzeyinde de kendini hissettirmiştir. Tüm bunlara ek olarak Kıbrıs’ın kuzeyindeki sol hareketin son 25 yıldaki serüvenini değerlendirirken en çok göz önünde bulundurulması gereken unsurun, Kıbrıs’ın yıllardır süren bölünmüşlü olduğu inancındayım. Kıbrıs Sorunu, bu sorun ile var olan vesayet ve kültürel saldırı gibi diğer sorunlara takındığı tavır, Kıbrıs Solu adına hep belirleyici olmuştur. Söyle ki; sınıfsal hiçbir kaygısı/bilinci olmamasına rağmen, hatta ve hatta Kıbrıs milliyetçiliği yapmasına rağmen, Kıbrıs’ın kuzeyindeki siyasal partiler/örgütler/bireyler, kendini yıllar yılı ‘sol’da tanımlayabilmiştir ve bu durum nitelikli anlamda yeteri kadar sorgulanmamıştır...
Bugün Kıbrıs’ın kuzeyinde ortaya çıkan/çıkarılan ‘yeni’ siyasi aktörler, özellikle Kıbrıs’ın kuzeyinde kendisini ‘sol’ gören siyasi hareketlerin kendileri ile yüzleşmesi için önemli bir fırsattır...
Kıbrıs’ta ‘sol’un başat odaklarının son 25 yıldır sırtını dayadığı, bir direnç noktası yarattığı ve kendi kitlelerini bir arada tuttuğu diskur, bugün ‘sol’ ile uzaktan-yakından alakası olmayan bir başka odak tarafından da söyleniyor/söyletiliyor. Ortada ciddi bir kavramsal/pratik bir açmaz söz konusu.
Peki ne yapılmalıdır? Kendi zaviyemden baktığımda, vesayet, denk bütçe, federalizm, barış gibi kavramlar ile son 25 yılda yaratılan/korunan anlayıştan çok; neoliberal saldırılara karşı güçlü ve nitelikli, çözüm alıcı, öngörülü bir mücadeleye önem verilmesi gerektiğine inanıyorum. Politik ve pratik zemini olan bir mücadele... Kitlelerin kollektif hareketini tetikleyecek, tepeden bakmayan, elitist olmayan, eğiten, örgütleyen, dayanışmayı temel alan ve entelektüel boyutu olan tutarlı bir mücadele...
Evet, belki bugünün dünyasında sınıf kavramı 60-70 yıl öncesinin sınıfından çok farklıdır. (Bugünün savaşlarının da bir başka biçimde yaşandığı gibi)... Belki bugün proleter bir sınıftan bahsetmek mümkün değildir, yeni bir işçi sınıfı ortadadır... Lakin aynı kalan, değişmeyen hatta artan olgular halen devam etmektedir; emek sömürüsü, işçi ölümleri/cinayetleri, işsizlik, evsizlik, göç, sosyal adaletsizlik, hegemonya ve modern kölelik gibi...
Tahakküm gibi... Sermayenin emek üzerindeki, insanın ekoloji üzerindeki, tüketimin erdem üzerindeki tahakkümü... Unutulmamalıdır ki böyle bir yapı ile Ada’da bulunacak çözüm, sermayenin çözümü olur, Kıbrıslıların değil... Böyle bir durumda, bugün hayatımızın her alanını kemiren sorunlar bir başka biçimde devam eder, ‘öz’ü aynı kalarak...