Dün Brüksel’de gerçekleşen NATO zirvesi ve marjında yapılan görüşmeler, Türkiye’nin hem bölgesel hem de genel anlamda stratejik ilişkilerinin seyri ve bu bağlamda gündemde olan sorunların ele alınacak olması bakımından uzun zamandır beklenmekteydi. Özellikle de Türk-Amerikan ilişkilerindeki kriz, Biden-Erdoğan görüşmesiyle birlikte daha da derinleşir mi yoksa yumuşamayla mı sonuçlanır diye sürekli kafa yorulmaktaydı. Sonuçta, henüz daha görüşmenin içeriğinin detayları çok bilinmese de her iki tarafın (şimdilik) çıkarlarına hizmet edecek bir fotoğraf sunuldu. Görüşmenin yapıcı ve verimli geçtiği açıklandı.
Türk dış politikasının iç politik hesaplara hapsedildiği bir sıkışmışlık, aynı zamanda uluslararası alanda yalnızlaşma ve de büyük bir ekonomik bunalım içinden geçtiği malum. Dolayısıyla, Türkiye’nin en azından dış politikada kendisini rahatlatacak bazı açılımlara ihtiyacı olduğu kesin görünüyor. Diğer yandan, şu an gündemdeki sorunlar fazlasıyla karmaşık bir noktaya gelmiş durumda ve bu düğümlerin çözülmesi kolay olmayacak. İç politika hesapları da yine merkezde olmaya devam edecekse, özellikle bazı konularda kısa ve orta vadede ciddi açılımlar beklemek gerçekçi görünmüyor. Amaç, biraz zaman kazanmak; bu arada diyalog kanallarını aralayarak sorunlara biraz eğilmek ve (en azından görünürde) yalnızlıktan ve sıkışmışlıktan kurtularak, bir nebze olsun nefes alacak bir duruma gelmek gibi görünüyor. Yoksa dış politikadaki 180 derecelik geri dönüşleri, radikal çark etmeleri anlamlandırabilmenin başka bir yolu yok.
Bu çerçevede, Kıbrıs sorununda ne gibi gelişmeler yaşanabileceğini ise zamanla göreceğiz. Ama, maalesef, Kıbrıs sorunu çark edilmesi en güç meselelerin başında geliyor. Özellikle de iki egemen devlete dayalı çözüm teziyle çıtayı bu kadar yükseltmişken, içeride MHP ile ittifakın hilafına adım atılması zor. Zaten son ziyaretinde Kılıçdaroğlu’nun açıklamalarından, ana muhalefet CHP’nin de Kıbrıs’a nasıl yüzeysel ve dar bir çerçevede yaklaştığını gördük. Kıbrıs sorunu, bu milliyetçi eksende ve Türkiye yönetiminin dış politikada önemli bir unsur haline getirdiği İHA/SİHA’ların adaya konuşlandırılması ve Kıbrıs’ın kuzeyinin bir üs gibi kullanılması gibi militarist hesaplarla ele alınmaya devam edilecekse, uzun bir süre daha herhangi bir açılım beklememek lazım. Nitekim, Cumhurbaşkanı Erdoğan, Brüksel’e gitmeden önce, İngilizlere Kıbrıs’ta iki egemen devlete dayalı yeni tezlerini ortaya koyacaklarını ifade etmişti. Ettiyse, Kıbrıs sorunu nasıl ele alındı bilmiyoruz. Ayrıca, zirve marjında Almanya ile de ele alınan konulardan birinin Kıbrıs sorunu olduğunu duyduk. Konuyu Merkel mi yoksa Erdoğan mı açtı ve ne görüşüldü bilmiyoruz.
NATO zirvesi belki Kıbrıs sorunu bağlamında pek de heyecan duyacağımız bir zirve değildi, ancak şimdi sırada ay sonunda gerçekleşecek AB liderler zirvesi var. Burada ana gündem maddelerinden biri yine Türkiye ve Doğu Akdeniz başlığı olacak. Bu bağlamda belki önümüzdeki bu zirveden daha büyük heyecan duyabileceğimiz bir noktada oluruz. En azından Kıbrıs sorunu eksenli konular daha ağırlıklı olarak ele alınacak. Elbette bu olumlu yönde bir açılım olacağı anlamına gelmiyor. Her ne kadar Doğu Akdeniz’de şimdilik sular durulmuş görünse de sonuçta Gümrük Birliği’nin güncellenmesi dahil olmak üzere Türkiye-AB ilişkilerinin ilerletilebilmesi için Kıbrıs düğümünün bir şekilde çözülmesi gerekiyor. Bu da mevcut zeminde, özellikle Türk tarafının ortaya koyduğu tezler bakımından hiç olası görünmüyor.
Zirveye dair, son olarak, bir de şu “hamdolsun” meselesi var. Biden geri adım atarak, 1915 olaylarını soykırım diye nitelendirmekle hata ettiklerini ve bunu düzelteceklerini söyleseydi, “hamdolsun” nidasının bir anlamı olabilirdi. Ama Türk diplomasisinin “soykırım” ifadesinin kullanılmaması yönünde ABD nezdinde on yıllar boyunca yoğun çaba ortaya koyduğu, ancak bu son dönemde ABD ile yaşanan sorunların bir yansıması olarak gerçekleşen ve sizi çok üzdüğünü ifade ettiğiniz bir durumun tarafınızdan hiç dillendirilmemiş olmasını bırakın, konunun hiç açılmamasını büyük bir memnuniyetle karşılamış olmakla da büyük bir siyasi gafa imza atılmış olundu. Aslında, bu gaf, sembolik de olsa, Türkiye’deki iktidarın zirveden ne beklediğinin tek kelimelik bir özeti oldu.