Ne güzel aileydik biz, kızlı erkekli

Derya Beyatlı

“…Yunan dostla aynı yemekleri pişirmeyi seçmemiz, yemeklerin orijini üzerine sonu gelmez bir tartışma başlatıyor. Akşam yemeklerimizin değişmez konusu ise siyaset, her hafta tüm dünyayı kurtarıyor, yeniden kuruyoruz. Her ülkeye eşitlik, adalet dağıtıyor, tüm işçilerin zincirlerinden kurtarıyoruz, bir de küflenmiş bulduğumuz politikacılardan. Çok idealistiz çok, bir o kadar da romantik.”

Park yerinde öylece kalakalmıştım, yirmili yaşların başı daha. Heyecanlıyım, bir o kadar da buruk. Yeni hayatımın ilk günündeyim. Ne çok hayalini kurmuştum bu günün, korkuyorum ama, çok…

Hiç tanımadığım bir ülkenin, küçük bir şehrindeyim. Yabancı bir dilde konuşuyorlar etrafımda, pek bir şey anladığım söylenemez. Ben ingilizce biliyorum ama ! Ya da öyle sanıyorum, yüksek puan almıştım sınavlardan oysa, belge deseniz, çarşaf çarşaf. Yok ama anlamıyorum, bu başka bir dil sanki. Kelimeleri bir araya getirip cümleler oluşturuyor, ağır aksak derdimi anlatıyorum da, daha çok tarzancadan faydalanıyorum sanırım.

İlk kez yalnız yaşamayacağım ama, bu ülkede sudan çıkmış balığım sanki. Nereye gidilir, ne yapılır hiçbir fikrim yok. Google da henüz keşfedilmemiş, soramıyorum ki. İlle ki arkadaş edinmeli ya, nasıl olacak bilemiyorum, kayıbım. Biraz çekingenlik var tabi, sıla özlemi de eksik değil. Aile, dost, aşk, herşey uzakta. Koca bir düğüm gelip göğsümün orta yerine yerleşmiş, ne yapsam gitmiyor.

Üniversitenin yurdunda kalıyorum. Teker teker benimle aynı katta yaşayanlarla tanışıyorum ve kaynaşıyoruz hızla. Çoğunlukla yabancı öğrencilerden oluşan 8 kişilik bir kat bizimkisi, kızlı erkekli kalıyoruz. Japonya’dan İrlanda’ya, Arjantin’den Botswana’ya kadar yayılmış bir coğrafyanın temsilcileriyiz. Müslüman, Hindu, Katolik, Musevi, Ateist, Agonistik diye tanımlamışız kendimizi geçmişte, soran olursa söylüyoruz. Farklı yaşlarımız, farklı bölümlerimiz var, derilerimizin rengi, cinsel yönelimlerimiz de farklı. Hepimiz aynı ortak dili konuştuğumuzu sansak da birbirimizi anlamakta zorlanıyoruz. Hiç takılmıyoruz bunlara, kısa zamanda kendi dilimizi oluşturuyoruz, pek de güzel anlaşıyoruz.

İngiltere’de yaşayan bir musevi ile tanışınca yaşadığım şaşkınlığı anlatıyorum Alman olana, tüm musevilerin İsrail’de yaşadığını sandığımı ekleyerek. Diğer Avrupa ülkelerinin aklına gelmemiş musevileri yakmak, biz de tek başımıza başaramadık işte diye şaka yapıyor, ciddiye alıyorum. Ne diyorsun diye bakakalıyorum. İkinci dünya savaşı, bilmiyor musun diyor gülerek, başımıza ne işler açtı delinin teki. Zihnimi yokluyorum ikinci dünya savaşının tarihlerine rastlıyorum bir yerlerde, ama o kadar. Siz okulda hiç tarih okumadınız mı sorusuna, okuduk tabi diyorum. TC tarihi, sonra üç yıl boyunca aynı Kıbrıs tarihi kitabı var. Kanlı Noeli sorsan hemen anlatırım bak, 200 kelimelik sözlü komposizyon halinde, anında ! 8’inci Henri’nin kaç karısı olduğunu da biliyorum üstelik. Acınacak halime gülüyoruz birlikte. İkinci dünya savaşını ilk kez Anne Frank’ın günlüğünden okuyorum, bir Alman’ın hediyesi…

Bir İrlandalı’dan Belfast ile Dublin arasındaki farkı dinliyorum. Sonra Belfast’ın iki yakasında olanları, ‘Good Friday’ anlaşmasını öğreniyorum, mutfakta buluştuğumuz bir akşamüstü. Birlikte yemek yapıyoruz, farklı mutfakları öğreniyor ayağına yatsak da çoğunlukla İtalyan mutfağından makarna var menü’de. Belfast’da bir futbol maçına gidiyoruz sonra birlikte. Galatasaray protestan bir takımla oynuyor. İrlandalı dostum katoliklerden. Ben de sizinle Türkiye tribünlerinde oturacağım, sizin ülkenizi desteklemeyi tercih ederim diyor. Bizim ülkemiz değil diye düzeltiyorum, burası da benim ülkem değil zaten diyor, ağlanacak halimize gülüyoruz bininci kez. Maç sonrası Belfast’ın bir yakasından ötekine bizi götürecek taksi bulamıyoruz. Absürdlük diz boyu diye iç çekiyor dostum, ben ülkemin öteki yarısına gidemiyorum bile diye züğürt tesellisi veriyorum (yıl 1999, kapılar açılmamış henüz). 

Botswana’lı arkadaşımız bir süredir aşık, sürekli kayıp. Gözü kimseyi, hiçbir şeyi görmüyor. Kattaki sayımız sayesinde artış gösterse de, pratikte bir kişi kaybediyor büyük mutlu ailemiz. Çifte kumrular hepimizin dilinde, ciddi dedikodu malzemesine dönüştürüyoruz bu ilişkiyi, kıskançlığımız katmerli.

Hintli doktor, ülkesinde bayağı saygın bir mevkiye sahipmiş. Bir yandan da el falı bakıyor. Doğu felsefesine öylesine uzağız ki, bilim ile falın füzyonuna inanmamız imkansız biz ‘batılıların’. Sen aşıklara bak, bizden bir şey çıkmaz diye dalga geçiyoruz, bozuluyor. Sınav zamanı acaba bu dersten geçer miyim diye kapısına dayandığımızda, kovmaktan beter ediyor bizi haklı olarak.

İsrail’den gelen bıçkın delikanlı tam bir Kazanova, maceralarını ballandıra ballandıra anlatıyor akşamları. Aman dikkat et, Kazanova’nın sonunu biliyorsun diye hatırlatsak da sık sık, pek iplemiyor nasihatlarımızı. En çok onun espirilerine gülüyoruz, çeşit çeşit oyunlar öğretiyor bize. Hep birlikte eğleniyoruz. Büyük mutlu aile tanımlaması da onun eseri zaten, hepimiz sahipleniyoruz hemen. Burada ailemiz, dostumuz, herşeyimiz kat arkadaşlarımız. Paylaşıyoruz mutluluğu da kederi de. Yaşamı, dünyayı, başka hayatları keşfediyoruz, kızlı erkekli. Gözlerimizdeki at gözlüklerini atmayı, farklılıkları kutsamayı, birlikte var olmayı öğreniyoruz, dahası bunu çok seviyoruz.

Her cuma akşamı iki gönüllü yemek yapıyor tüm aile için. Ziyafet günlerini iple çekiyoruz, kah çubuklarla pirinç yemeyi öğreniyoruz, kah elimizde kalan köri kokusundan nasıl kurtulacağımıza dair pratik bilgiler paylaşıyoruz. Yunan dostla aynı yemekleri pişirmeyi seçmemiz, yemeklerin orijini üzerine sonu gelmez bir tartışma başlatıyor. Akşam yemeklerimizin değişmez konusu ise siyaset, her hafta tüm dünyayı kurtarıyor, yeniden kuruyoruz. Her ülkeye eşitlik, adalet dağıtıyor, tüm işçilerin zincirlerinden kurtarıyoruz, bir de küflenmiş bulduğumuz politikacılardan. Çok idealistiz çok, bir o kadar da romantik.

Hepimiz teker teker mezun olup ayrıldıkça, odalara yeni simalar yerleşiyor. Bizim büyük mutlu ailemizi dinleyerek başlıyor yeni gelenler bir yıl sürecek eğitimlerine. Bu ailede geçirdiğim koca yılı ben kısacık buluyorum ayrılırken ve hayatımın en güzel dönemi olarak kaydediyorum belleğime. Sonrasında mektuplar, mailler derken geriye sadece bir kaç aile üyesi ile sürekli irtibat hali kalıyor, bir de rengarenk anılar ve farklı bir dünya özlemi.

İngilizce mi ? Biraz İrlanda, biraz Yunan aksanı karışmış olsa da, yılın sonunda olması gereken  yere ulaşıyor.


17 Kasım 2013
İstanbul