Mertkan Hamit
Mhamit@gmail.com
Kıbrıs sorununun çözümüne yönelik müzakere sürecinin herkesin tahmin ettiğinin üstünde bir hızda devam ediyor olması çözüm karşıtlarını da hareketlendirmeye başladı. Henüz ciddi bir zemine sahip olmasa da, çözüm karşıtı ve çözüm konusunda kuşku sahibi olanlar, ağır ağır hareketlenmeye ve kendi pozisyonlarını belli eden belli başlı mesajlar göndermeye başladı.
1974 sonrası Kıbrıs politikasına yönelik Türk tarafının yaklaşımını ele aldığımızda, özellikle ‘çözüm karşıtlarının’ söylemleri incelendiğinde, en güçlü zemine sahip söylem, endişeli bir biçimde dile getirilen ‘bizim haklarımıza ne olacak?’ sorusu olduğunu iddia edebiliriz.
Hak konusunun bir taraftan evrensel niteliğe sahip olması, diğer yandan zamanın ötesine hitap edebilmesi bunun oluşmasındaki esas sebeplerinden biri olduğunu söyleyebiliriz. Aynı zamanda ‘hakların’ herkesin algılayabileceği kadar temel bir kaygıyı dile getirmesi, biraz gerçek biraz tanrısal mitlere dayanıyor olması da, bu mevhumun merkezi öneme sahip olmasının nedenlerinden olduğunu iddia edebiliriz.
Hak söyleminin yukarıdaki özellikleri, özellikle ulusal çatışma durumlarına veya onun çözümlenme süreçlerine uygulandığında daha ilginç bir hale gelir. Hakların paradokslar sunan bir mevhum olduğunu kabul ettiğimizde, çatışma-çözümlenmesi koşullarında hak üzerinden olumlu ya da olumsuz fikir beyan eden söylemlerinin, aynı şeyi söyleyerek kimi zaman çözümsüzlüğün kimi zaman da çözümün savunuculuğunu yapmayı mümkün kıldığını ortaya koyar. Dolayısıyla, haklar üzerinden kuru gürültü çıkararak süreci engellemeye çalışanlar ve bunu toplumlararası yakınlaşmayı mümkün kılacak bir araç olarak görenler arasında düşünsel anlamda bir çatışmayı engellenemez hale getirir.
Teoride saplanıp kalmamak adına, Kıbrıs sorunu kapsamında ‘Bizim haklarımız’ meselesini analitik bir biçimde ele alarak yukarıda bahsettiğim noktayı daha net bir biçimde ortaya koyabiliriz.
Önce ‘biz’ üzerine kafa yormak yararlıdır. Kıbrıs sorunu ile hakları birleştirerek öne sunan bir söylemin ‘biz’ anlayışının sınırları tartışmak gereklidir. Kıbrıs’ta çözüm sürecini sadece müzakere masasından ibaret anlayan biri için biz muhtemelen ‘Kıbrıslı Türk’ toplumunu ifade etmektedir. ,
Verili koşullarda haklar üzerinden kaygı dile getirirken, bunun Kıbrıslı Türk toplumu olmasının en büyük sebebi, Kıbrıslı Rum toplumunun verili koşullarda ‘egemenlik’ icra edebilen devlete hakim olmasıdır. Bu noktada haklar aslında meşru olan ‘egemen’ güce anti-tezdir. Kıbrıslı Rum toplumunun egemenlik pazarlığının karşısına ‘haklarımız’ ortaya konularak iki mevhum arasındaki karşıtlık, ulusal kamplaşmayı da sürdürür. Bugün, Kıbrıs savaşı, haklarımız ile egemenlik söylemleri arasında hala devam etmektedir.
Kıbrıslı Rum siyasalarındaki ‘egemenlik’ kaygısı bir yana bırakarak Kıbrıslı Türk siyasi seçkinlerin haklarını algılayış biçimini derinlemesine incelediğimizde ise, toplumun haklarını savunma içgüdüsü eş zamanlı olarak ‘cemaat-merkezli’ bir hak var sayımının olduğuna işaret eder.
Bu cemaat anlayışı doğal, Kıbrıslı Türk toplumunu tek tipleştirerek, onları Kıbrıslı Türk egemen sınıflarının diline hapsetmektedir. Bizim haklarımız diye ortaya konulan meselelerin hiçbirinde bir evsizin, engellinin, gencin, kadının ya da en genel anlamda sosyal azınlığın kendine özgü ‘mağduriyeti’ ortaya konulmaz. Tam tersine ‘yetkin’ ve muhtemelen ‘eril’ bir ‘bizden’ söz edilir. Özellikle, hak meselesini daha çok müzakere masası kapsamında anlayanlar veyahut çözüm yönünde ‘kuşkucu’ gruplara dahil olanlar için bireysel ve grup hakları bir potada eritilmiş durumdadır.
Yani bireysel bir hak olan mülkiyet ve mülkiyet hakları mağdur olan Ahmet veya Yorgo’nun hakkı değil, mağdur olup olmasına bakılmaksızın tüm Kıbrıslı Türk veya tüm Kıbrıslı Rumların meselesi olarak dile getirilir. Oysa ki, müzakerelerin başarılı bir biçimde sonuçlanmasıyla, Avrupa Müktesebatı kapsamına girecek olan Birleşik Kıbrıs Devletleri / Birleşik Kıbrıs Federasyonu adıyla anacağımız bir devlet kurulmasıyla beraber öncelikli meseleler ‘potada eritilmiş’ kitlelerin değil, bireylerin haklarının savunulmasına dönük olmalıdır.
Bu noktada ‘kuşkucuların’ ortaya koyduğu ‘bizim’ hakları ulusal bir mesele olarak algılama halleri, Ahmet, Ayşe, Yorgo ve Maria’nın hakkı olarak tekleştirilemeyeceğinden, çözüm sonrası işlevsiz bir niteliğe sahip olacaktır. Diyeceğim, bugün çıkarılan yaygara, çözümün ertesine yaramayacaktır.
Daha etraflı bir tartışmayı hak eden bu meselenin üzerine kafa yormakta yarar var. Çünkü önümüzdeki günlerde özellikle ‘hani bizim haklarımız’ üzerinden gidilerek bir tartışma yaratılacağı aşikar… Bu noktada aklıselim biçimde kişisel haklar ile ulusçu kaygılar arasındaki çizgiyi net bir biçimde çizmeye özen gösterilmelidir. Federal bir devletin yurttaşlarının eşit ve adil bir biçimde yaşayabileceği bir düzenin kurulmasına yardımcı olma niyetindekilerle, verili düzeni sürdürerek adanın birleşmesini engelleme niyetindekiler arasındaki fark açıkça ortaya konulmalıdır.