LEFKOŞA’YA MEKTUPLAR…
Neriman CAHİT
Şimdi düşünüyorum da… Lefkoşalıdan daha çok, sanki Lefkoşa’ydık biz…
Özellikle de köyden Şeher’e gelenler için…
Lefkoşa başka bir kimlik edinmek gibiydi bizim için…
Özlemlerimizle, yokluklarımızla, tedirginlik ve korkularımızla yaşıyor olsak da, bütün bir Lefkoşa’ydı yaşadığımız. Bir bütünleşme, kucaklaşma duygusuydu…
Yıllar geçtikçe doku çatladı.
Hele de 1974’ten sonra… Yerini dağılış aldı, göç aldı, yağma, ganimet aldı…
Birleştiren değil, bölüp dağıtan bir sözde zafer / barış’tı…
Sonuçta yavaş yavaş sadece kimliğini değil, her şeyini yitiren bir Lefkoşa kaldı geriye…
Yavaş yavaş tükenen, yerine yenisi gelmeyen bir Lefkoşa…
Göçenler, gelenler zamanla ‘Lefkoşa’ olamadı… Olamıyor…
Öyle bir yağma ve ihmal yaşanıyor ki!
O eski sükûneti yerine, bugün sokaklarını kaplayan sadece kirlilik ve insanı ürküten bir uğultu…
Birlikte bu coğrafyada yaşamaya zorlanan insanların kalabalık uğultusu… Bu uğultudan insanı çoğaltacak bir ses, bir gürültü, renk, koku, tat çıkması… Çıkabilmesi mümkün değil…
Bunları yazarken aklıma bir bilim – kurgu filmi geliyor: Hani herkes kendini bir korku dünyasında bir kitap olarak düşünüyor…
Bütün kitaplar yok edilmektedir. Buna karşı, herkes bir kitabı belleğine yerleştirerek onu yok olmaktan kurtarıyor…
TEPEDEN TIRNAĞA BELLEK…
İşte, kentimizin yok edilişini, yok oluşunu sürekli yaşadığımız bu uzun süreçte… Özellikle de Lefkoşa’yı gerçekten sevenler, birbirinden koparılarak, boşlukta yalnız adacıklar gibi bırakılanlar, tepeden tırnağa bellek kesilmeliyiz…
Bu belleği güçlendirmek için de, fırsat yaratarak, Lefkoşa’nın sokaklarını, yörelerini dolaşmalı, belleğimizi ve farkındalığımızı sürekli beslemeliyiz. Uykuda olan anıları uyandırmalı, ayrıntıların, solan çizgilerini parlatmalı.. . Yürümeye yürümeye üstüne toz yığılanları eşelemeli… Güneş yüzü görmemekten arka odalarda, arka sokaklarda unutulup, karanlıklarda kalanlara ışık düşürmeliyiz…
Uzun süredir ben bu adımları atmaya çalışıyorum yavaş yavaş… Taa çocukluğumun sekiz yaşından başlayarak…
Anımsadıklarımı saptamak, belleğimi tazelemekle başladım işe… Bir yerlere atılıp kalmış fotoğrafları bulup, yeniden albüm oluşturur gibi…
Sonra yavaş yavaş genişledi halkalar…
Suya o sihirli taş atılmıştı çünkü…
Ve o mozaik oluştu yavaş yavaş…
Bir kentin mozaiği…
Kendimi, kendi kültürümü buldum…
***
İşte, tüm bu “Lefkoşa Mektupları”nın nedeni… Bu kültür mozaiğini / anıları size emanet etmek çabası…
O mozaiğe, kendi renk ve titreşiminizi katarak, onu yaşatmak, çoğaltmak, ebedi kılmak için…
***
Sahi, siz, yaşadığınız kenti sever misiniz?..
Pek çoğumuz, içinde yaşadığı kenti sevip sevmediğimizi hiç düşünmeden yaşarız. Biz Lefkoşa’da yaşayanlar örneğin, dokuz bin yıllık eşsiz bir kültür mozaiğinin bir parçası olduğumuz aklımıza bile gelmez…
Kent, tarihçesi, coğrafyası, adını bile nereden aldığı bilinmeden… Her gün ayaklarımızın altından gözlerimizin önünden kayıp gider…
***
Ben bu yazıları yazarken, yok olan, artık olmayan bir kentin “iç sesinden” yola çıkmıştım…
Geride kalan bir sessizlikti yani…
Olmayan bir şeyin nedeninin niçininin peşine düşerek…
Yürüdükçe farkettim ki, sanki her şey canlanmış, kıpırdamaya başlamıştı…
Kıpırdamayan, hep susan, hüzünler içinde soluksuz kalan… Geçmişle, arasındaki incitici bağı susarak koparan… Yeni koşullara bir türlü alışamayan, yalnızca Lefkoşa’ydı…
Ona, hiçbir mutluluğu, huzuru taşıyamamış, hiçbir yeniliği getirememiştik…
Bizim, yaşadıklarımızla onun başına gelenler öylesine bağlantılı ve öylesine çok acıtıcıydı ki!..
Yaşanan hızlı ve çarpık değişim, en çok da onu şaşkına çevirmişti…
Önce o güzelim evleri, bahçeleri, sokakları talan edildi… Sonra, hep severek soluklandığı Beşparmaklar… Dağlar, bayırlar… Ve insanlar!!!
Konuştukları dil, yedikleri yemek, söyledikleri şarkılar ve her şey tümden değişti…
Her şey talan edildi…
Anılar, yaşamlar, mezarlar ve mezarlıklar bile!!!
Bizimle birlikte o da yaşadı tepeden tırnağa tüm bunları… Yaşadıklarımız o kadar ağırdı ki, hüzne yer kalmadı artık yüreğimde…
Dedeler, neneler, angoniler, abalar, ağabeyler, dayılar, amcalar, genaplalar, kayınçolar, analar babalar, komşular…
Ve yüzlerce yıldır hep birbirine benzer insani özellik ve ilişkiler, birdenbire tuzla buz olmuştur…
İnsanların – kenti, kentin de insanları beslediği süreç tuzla buz olmuştur…
Tuzla buz olmuştu hayat, insanlar, sevdalar, hatıralar, umutlar, ilişkiler…
Sanki hiç olmamışlar, hiç olmayacaklar, olamayacaklar bir daha…
Ve ben, bu satırları yazarken, gözlerim yaşarıyor…
Bunun nedenini anlatmama gerek var mıdır ki!
Eski fotoğraflara bakan, eski günleri anımsayan herkes, nasıl olsa bilir bu duyguyu…
***
Bu yazılar Lefkoşa’yı anlatmaya yetmez kuşkusuz… Ama, ona karşı duyduğum sorumluluk gereği bir yerden başlamam, devamını da onu sevenlere bırakmam gerekiyor…
Lefkoşa sadece bir kent değil benim için… Bir kimlik, bir kavram, bir canlılıktır…
***
Aslında, sen çağırdın beni Lefkoşam… Yazmaya…
***
Lefkoşam Şeherim benim…
İyice kapadın artık kendini bize… Kapadın yapraklarını yüreğimize,,, solan bir çiçek gibi… kapandın acılarının üstüne…
Belli ki çok kırılmış, gücenmiş, incinmişsin yaşadıklarından, gördüklerinden, geçirdiklerinden…
***
İnsan şaraba benzermiş…
İçince kurulduğu küpün özelliklerini alırmış…
Bizim, içinde bulunduğumuz küpe ne oldu dersiniz?
Neden – niçin bunca yıpranmışlık ve sızıntı ???
O mu bozuyor bizi, yoksa, biz mi bozuyoruz onu?..
Ne oldu Lefkoşa’ya… Lefkoşamıza!!!
Neden o güzelim sevgili?..
Anılarımızdan bile yavaş yavaş siliniyor olması ne acı…
Yok mudur buna karşı yapacağımız bir şey!..
Hiçbir şey…
Seyretmenin ve kendi gemimizi kurtarma çabalarımızın ötesinde!..