“Neden endişe duymalıyız?”

Sevgül Uludağ

Mihalis Papapetru

Kıbrıs’ın işgal altındaki bölümünün Türkiye’ye entegrasyon sürecinin resmen başlaması, normal koşullarda alarma neden olurdu. Sözkonusu entegrasyon Kıbrıs’ta düşlenebilecek en büyük karabasan olmakla kalmıyor aynı zamanda bu, Türkiye’nin uluslararası alanda yükseltildiği bir döneme denk geliyor ve büyük güç politikası izliyor. Bu da uluslararası oyuncular tarafından kabul ediliyor gibi görünüyor. Maraş’ın kapalı bölgesinin alaycı biçimde açılıp genişletilmesi, herkesi ve herşeyi görmezden gelmek, durumun ne halde olduğunu göstermektedir.

Ukrayna’daki savaş ve kriz, bir diğer tipik örnektir. Türkiye’nin NATO’daki rolü her zamankinden daha yüksek bir konumdadır. ABD, AB ve Rusya, onu hangisinin kucaklayacağı ve kendilerine yaklaştıracağı konusunda yarış içerisindedir. Ruslar, Türkiye’nin bir numaralı ticari partneri iken, aynı zamanda Türkiye, Rusya ile savaşta kullanılmak üzere Ukrayna’ya Bayraktar dronları sağlamaktadır. Aynı zamanda Batılılar onu değerli ve paha biçilmez bir müttefik olarak tarif etmekte ve aynı zamanda NATO’nun Rusya’ya karşı önlemlerini çiğnemesine, Rus kodamanlara sığınma hakkı ve koruma sağlamasına ve NATO’nun genişlemesiyle ilgili tartışma yürütmesine de tolerans göstermektedirler.

Bu koşullarda Kıbrıslılar kendi nirvanalarının içerisinde, sanki de hiçbir şey olmuyormuş gibi davranmaktadırlar. Türk-Yunan ilişkilerinde gerginliğin tırmanmasının Ege’de değil açıkçası Türkiye için çok daha kolay olabilecek şekilde Kıbrıs’ta gerçekleşebileceği konusu dahi akıllarının ucundan geçmemektedir...

Klasik, sonu gelmez ve tipik parti cepheleşmeleriyle gündelik hayatımıza devam etmekteyiz. Seçimler sürecimizde de “bağımsız” kurtarıcı adaylarımız son 50 senede olduğu gibi sloganları, genellemeleri ve işgalciyi kovacakları, kurtuluşu ve yeniden birleşmeyi sağlayacakları yönündeki sloganları, genellemeleri ve politikalarıyla bizi bunaltmaktadır... Şimdiki statükonun hiç yerinden oynamayacağı yönünde bir illüzyona kapılmış bulunmaktayız ve “ikinci en iyi çözüm”ü bir kalkan olarak kullanarak bunun arkasına saklanmaktayız...

Kendimize gelmemizin zamanı gelmiştir. Uluslararası dayanışmanın en büyük silahımız olduğunu söylerdik. Bugün onlar bizi sürprize uğratmış durumdadır, bizleri güvenilmez ve çözümsüzlükten eşit derecede sorumlu olarak görmektedirler. Cumhurbaşkanımız iki devletli bir çözüme ilişkin öneriler ortaya atarken ve potansiyel olarak onun yerine geçecek olan Cumhurbaşkanlığı seçiminde aday olanların bir tanesinin onun işini devam ettirmeyi öngörmesi, ikincisinin katılmış olduğu hükümetin eylemlerinden gurur duyması, üçüncüsünün ise Kıbrıs sorununun ele alınması politikasında yalnızca bazı detaylarda ona katılmaması ortadayken, bizi nasıl farklı görsünlerdi ki?

Yukarıda saydıklarım korkarım ki yeniden birleşme çözümünden vazgeçtiğimiz anlamına geliyor. Açıktır ki Türkiye bunu farketti ve işgal altındaki toprakları kendine entegre etmeye başladı. Tüm Kıbrıs’ı kendine entegre edinceye kadar... Yeni bir İskenderun daha şimdiden ufukta görünmektedir. Ama biz neden kaygılanalım? Bizim yapacak daha ciddi işlerimiz vardır. Akıntının bizi sürüklemiş olduğu bu noktaya nasıl geldiğimizle ilgili neden uğraşalım? Öte yandan ne olacaksa olacaktır. Neden endişe edelim... Her halukarda her ne olursa olsun biz Türk uzlaşmazlığını ve kurnaz biçimde nötür kalanları suçlayacağız... Ve kendi olası sorumluklarımıza ilişkin tek bir kelime bile etmeyeceğiz...

(Mihalis Papapetru’nun yazısını İngilizce’den Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).


“Boşnak savaş suçlusunun adının bir sokağa verilmesi öfke yarattı...”

Balkan Araştırmacı Gazeteciler Ağı BİRN’den Emine Dizdareviç’in yazdığına göre, Bosna-Hersek’te bir Boşnak savaş suçlusunun adının bir sokağa verilmesi, öfke yarattı. Haberde özetle şöyle denildi:

***  Saraybosna Kantonal Meclisi’nin Novi Grad belediyesine bağlı sokaklardan birine Boşnak ordusunda generallik yapmış olan ve 1992-95 savaşında işlemiş olduğu savaş suçları nedeniyle Lahey Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yargılanan Mehmet Alagiç’in adının verilmesi, gerek savaştan sağ kurtulanlar, gerekse uluslararası örgütler ve insan hakları aktivistleri tarafından kınandı.

***  Mehmet Alagiç, Travnik belediyesine bağlı Miletiçi ve Maline-Bikosi köylerinde Nisan ile Haziran 1993 tarihleri arasında savaş suçları işlemekle suçlanmaktaydı fakat davası sonuçlanmadan 2003 yılında vefat etmişti.

***  Vares kentinden Hırvat Tutuklular Örgütü lideri Zlatko Prkiç yaptığı açıklamada, bu kararın son derece olumsuz olduğunu belirterek “sokaklara bir savaş suçlusunun değil, değerli insanların isimlerinin verilmesi gerektiğini” söyledi.

***  Savaş Araştırmaları, Savaş Suçları ve Kayıp Şahıslar Merkezi’nden Milorad Koyiç ise yaptığı açıklamada, bu kararın “saldırgan” olduğunu ve uluslararası topluluğun bu konuda harekete geçmesi gerektiğini söyledi. Bir insan hakları aktivisti olan Miliça Praliça ise “Bu karar bize, yetkililerin bir yeniden uzlaşma köprüsü kurmak ve Dayton Barış Anlaşması çerçevesinde tesis edilen barışı koruma niyetleri olmadığını, bu konuda siyasi istekleri bulunmadığını yansıtmaktadır” dedi.

***  Praliça, bir sokağa Alagiç’in adının veirlmesinin “yurttaşlara, kurbanlara ve savaştan sağ kalanlara yönelik kurumsal şiddet” içerdiğini belirterek, bunun “kabadayılığı” haklı gösterdiğini kaydetti.

***  Saraybosna Kanton Meclisi’nde tarihsel olayları anma komisyonu üyesi olan Hamid Alyoviç ise, bu kararı savunarak Alagiç’in savaş suçlarından mahkumiyet almadığını duyurdu. Alagiç, cihayet, şiddet, zalimane davranış, sivillerin yasadışı biçimde tutuklanıp alıkonması, köylerin yok edilmesi, ganimet edilmesi ve kamu ile özel mülklerin yok edilmesi suçları nedeniyle Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yargılanmaktaydı. Alagiç’in ölümünden sonra aynı davadan yargılanan Enver Hacıhasanoviç ile Emir Kubura, savaş suçları nedeniyle hapislik cezasına çarptırılmıştı.

***  Bosna’daki Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı Misyonu ise siyasi liderlere yeniden uzlaşmaya bağlılıklarını göstermeye ve güven tesisine katkıda bulunmayan eylemlerden kaçınmaya çağırdı, “Buna, sokakların ve kurumların uygun görülmeyecek veya saldırgan görünecek biçimde isimlendirilmesi pratiği de dahildir” dedi.

***  Bosna-Hersek’teki Avrupa Birliği ofisi de toplumlar arasında bölünme yaratacak ve en temel Avrupalı değerlere ters olan böylesi eylemlerden kaçınılması gerektiğine dikkati çekti, “Buna, savaş suçlarından yargılanan veya mahkum edilmiş şahısların isimlerinin sokaklara, binalara ve diğer alanlara verilmesi pratiği de dahildir” dedi.


BİR KİTAP...

“Hafıza Polisi...”

 

BUSE ÖZLEM BAY

Profesör ve Hizmetçi kitabıyla tanıdığımız Yoko Ogawa’nın Hafıza Polisi adlı romanı Japonya’da ilk kez 1994 yılında yayımlanır. Yayımlandığı ilk tarihten ancak yirmi beş yıl sonra İngilizce olarak basılan roman, bu yeni kesişim sonucu National Book Award finalisti olmaya da hak kazanır. Kafka Kitap’ın yayımladığı romanı Türkçede Peren Ercan’ın Japonca aslından çevirisiyle okuyoruz.

Hafıza Polisi  bilinmeyen bir adada günden güne kaybolan nesnelerin ve tüm bu sürece adapte olan/olmaya çalışan insanların öyküsü. Adada her gün bir nesne kaybolurken, bu nesnelere dair insanların zihinlerinde uyanan izlenimler de bir bir yok olur. Fakat bu yeterli değildir. Ada halkı ellerinde kalan bu nesneleri ve onları çağrıştıran her şeyi de yok etmek zorundadır. İmha işlemini gerçekleştirmezlerse ya da bu varlıkları hatırlamaya devam ederlerse o noktada işe Hafıza Polisleri dahil olur, çünkü her şeyin unutulduğu bir adada hatırlamak ve anılara tutunmak bir çeşit isyandır. Hafıza Polisi her şeyin unutulduğundan emin olmak için devriye gezer, insanları sorguya çeker ve anılarına tutunabilen insanlar da tıpkı nesneler gibi bir anda sırra kadem basabilir.

Adını bilmediğimiz yazar başkarakterimiz editörünün nesneleri unutmayan insanlardan biri olduğunu fark eder ve onun da Hafıza Polisleri tarafından ele geçirilmemesi için kendini bir kurtarma planına adar. Böylece bir anlamda kendi anılarının da peşine düşer ve hikâyemiz başlar. “Oyun içinde oyun” tekniğiyle yazılan Hafıza Polisi başkarakterimizin yazmaya başladığı son romanı ile ana hikâye arasında geçişler yaparak karakterin ruhsal değişimlerinin ve ada halkını esir alan “unutuş”un da izlerini sürer.

Bu unutma hali Japonya’nın tarihiyle de özdeşleştirilebilir. Atom bombasıyla aniden yok olan şehirler, aileler ve hatıralar, Japonya’nın çok da uzak olmayan tarihinde ve ülkenin kolektif hafızasında hâlâ büyük yer kaplar. Savaş sonrası yaşanan travma ve toplu yas sürecinin ağırlığı içinde hayatına devam eden Japonya halkı bir yandan emperyal Amerikan kültürünün yarattığı yeni toplumsal hafızayla da var olmayı öğrenmek zorundadır. 1945 yılından beri, kendisi de bir ada ülkesi olan Japonya’nın kendi Hafıza Polisleri arasında anılarına tutunmaya çalıştığı söylenebilir.

Hafıza Polisi’nde kaybolan nesneler de bu noktada ayrıca dikkat çekicidir. İlk önce insanda estetik haz uyandıran, keyif verici varlıklar yok olur: Şekerlemeler, müzik aletleri, güller… İnsanı başka insanlarla buluşturan, çemberinin dışına çıkaran nesneler de: Feribotlar, mektup pulları, kutlama günlerini hatırlatan takvimler… Bireyi toplumdan ayıran ve kendini özel hissetmesini sağlayan şeyler de sırayla ortadan kalkar: Parfümler, zümrütler, kurdeleler…

İnsanı içindeki vahşiden uzaklaştıran yegâne şey “kültür” ise, süreç boyunca şahit olduğumuz asıl yok oluş da bu değerin ada halkının doğasından zorla koparılıp alınmasıdır. Ada halkı için geriye sadece piramidin alt basamakları kalır; beslenmek ve güvenliklerini sağlamak için savaşırken benliklerini gitgide yitirirler. Yaratıcılıkları ölürken sürekli sığınacak yeni bir liman, yeni bir avuntu arayan halk için ne yazık ki umut çok da yakında değildir. Uzun zaman sonra adada hiç dinmeyecek bir kar yağmaya başlar ve baharsa hiç gelmeyecek gibidir.

Kar adanın üzerini bir toprak gibi örterken anılar da gittikçe diplere gömülür fakat derinlerde bile olsa hatıralar var olmanın yolunu bulur. Ogawa’nın romanda aktardığı gibi, “kimse hikâyeleri silemez”. Bir bombanın sessizliğe buladığı bir şehir tamamen unutulamaz; bir polisin yok saydığı renkler de… Bilinçaltı hepsini gizlemenin ve hiç beklenmeyen anlarda onları önümüze sunmanın bir yolunu illaki yaratır. Hafıza Polisi’nde bilincin bu gizli kısımları kimi zaman bir sığınakla, kimi zaman çekmeceli bir dolapla, bodrumla ya da tavan arasıyla simgelenir. Gözlerden ırak olan, toplumun, bir anlamda süper egonun erişemediği bu alanlar geçmişin izlerini gizler. Bazen bir kurdele parçasını, bazense bir müzik kutusunu ya da hatırlamayı seçen bir kaçağı saklayarak…

Hafıza Polisi çoğunlukla distopya olarak adlandırılsa da, bu etiketlemeyi yaparken Batı distopyalarını merkeze koyarak düşünmemek gerek. Japon edebiyatında görmeye alışık olduğumuz yavaşlık ve sakinlik Ogawa’nın yazım tarzında da büyük yer kaplar. Yavaşlık hali Budizm ve öğretilerini hatırlatırken, ritüeller ve onların önemi de romanda kendilerine sıklıkla yer bulur. Adım adım yerine getirilen çay ritüelleri, yiyecek hiçbir şey kalmamasına rağmen her koşulda bir araya gelinen toplu akşam yemekleri ve düzenli çıkılan ev alışverişleri, unutuşun büyük yer kapladığı bu romanda Japon kültürünün ana hatlarının yok oluşuna izin vermez.

Ogawa romanın tarzını oluştururken de bu yöntemi kullanmaya devam eder. Okuyucunun heyecanla beklediği katarsis ânına değin bu sakinliği ve rutin anlatımını korumayı tercih eder. Hikâye ilerledikçe olayların tesiri büyüse de, bu dalgasız deniz etkisi tedirginlik yaratır. Ogawa bu yolla okuyucusunda uyandırmak istediği duyguları Batı yazınında çok da alışık olmadığımız bir yöntemle yaratır ve okura diken üstünde bir deneyim sunar.

(T24 – Buse Özlem Bay)