Nefret Söylemi, Dil Cambazlığı ve Doğru Bilgilenme Hakkı Üzerine Notlar

Niyazi Kızılyürek

Geçtiğimiz günlerde AKEL’in Avrupa Parlamentosu seçimlerine gösterdiği adaylar ve bir grup Kıbrıslı Rum’la Kıbrıslı Türk Brüksel’e gidip Avrupa Birliği kurumlarını ziyaret ettik. Parlamentoyu ziyaret ettiğimiz esnada parlamenterler nefret söylemi üzerine hararetli bir tartışma yapıyorlardı. Avrupa’da yükselen popülizm, ırkçılık ve yabancı düşmanlığının kaçınılmaz sonucu olarak yükselişe geçen nefret söylemi, belli ki önümüzdeki yıllarda Avrupa Birliğini çok meşgul edecek.

Avrupa’da ırkçı söylemleriyle aşırı sağ gerçekten giderek güçleniyor. Bunu sıradan sohbetlerde bile görmek mümkündür. Aşırı sağcı olmayanlar bile kaygı ile baktıkları “ötekilerden” söz ediyorlar. “Yabancıyı” tehdit olarak görüyorlar.

Dikkatimi çeken şudur ki, günümüzde aşırı sağın dile getirdiği “yabancı düşmanlığı” eskiden bildiğimiz ırkçı söylemlerden bazı önemli farklılıklar gösteriyor. Örneğin anti-demokratik görünmekten çekiniyorlar. Antisemik olmadıkları gibi, İsrail’e yakınlık duyuyorlar. Bol bol insan haklarından söz ediyorlar. Cinsel ayırımcılığa karşı hassas davranıyorlar ve LGBT haklarını savunur görünüyorlar. Aydınlanmanın evrensel aklıyla konuştuklarını düşünüyorlar. Fakat konu göçmenlere, mültecilere ve İslam’a gelince büyük bir öfke ve hınç patlaması görüyoruz. Avrupalı değerlerin “İslam’ın tehdidi” altında olduğunu söylüyorlar ve “medeniyetler kavgasından” bahsediyorlar.

Fakat ne tuhaftır ki, bunları “AB’yi korumak” adına ileri sürenler AB projesine inanmıyorlar. “Önce Fransa”, “Önce Almanya” gibi ulus-devletçi, milliyetçi sloganlar atıyorlar. Hatta AB’den ayrılmaktan söz ediyorlar. Kısacası, “Batılı değerler” adına Avrupa’da İslam’ın varlığına karşı çıkanlar, çoğunlukla Avrupa Birliği’ne inanmayan çevrelerdir. Birliğin dağılmasını  ulus-devletlere dönülmesini istiyorlar. Yani, hınçlarını sadece “öteki” olarak gördükleri İslam’a değil, AB’ye karşı da yöneltiyorlar. Bu yüzden, AB içinde yaşanan siyasi gerilimler, sadece çok-kültürlü demokrasinin güçlenmesi, çoğulcu, dünyaya açık Avrupa toplumlarının nasıl kurulacağı, aşırı sağın yükselişinin nasıl engelleneceği yönünde değil, bizatihi AB’nin geleceğinin ne olacağı eksenine kaymış bulunuyor.

Bizim ülkemizde nefret söylemi ezelden beri var olan bir olgudur. Durmaksızın dile getirilen gerilim yüklü sözcükler her gün kirli, berbat bir havaya, kakofoninin kuşattığı bir atmosfere uyanmamıza yol açıyor. Biri ötekini suçlayıp duruyor. Empati yapamıyor ve aynaya bakamıyoruz. Varsa yoksa “Öteki…” Aslında yeteri kadar tanımadığımız, bilmediğimiz bir “Öteki” ile uğraşıyoruz. Bu milli narsisizmden kaynaklandığı kadar, özgüven yokluğundan da ürüyor. Kendi ulusuna hayran olanlarla, her şeyden korkanlar empati geliştiremezler...

Kıbrıs’ta toplumlar ve bireyler milliyetçi ezberlerle öylesine zehirlenmişlerdir ki, aynaya bakacak ne halleri, ne de cesaretleri var. Aynada kendilerine cesaretle bakamadıkları gibi, “Ötekini” de görmüyorlar. Birbirlerini durmadan mağdur olduklarını haykırıp duruyorlar. Fakat kendilerinin mağdur ettiklerine karşı zerre kadar empati beslemiyorlar. Güvenilir bir mesafeden birbirlerine kendi “hakikatlerini sıkmayı” tercih ediyorlar. Yüzleşmekten korktukları için biri “Ötekinin” yüzüne bakmıyor, sadece bir birlerinin arkasından konuşuyorlar.

Fakat ortalığı birlikte cehenneme çeviriyorlar.

 


 

Çeviride Kaybolmak!

  

Başıma ilk defa gelmiyor. Yazdıklarımın seçici olarak kullanılması, oraya buraya çekiştirilmesi, söylediklerimin yanlış, eksik veya çarpık çevrilmesi hayatımda çok sık karşılaştığım bir durumdur. Milliyetçi Kıbrıslı Türklerle Kıbrıslı Rumların kitaplarımın bazı bölümlerini göklere çıkarırken aynı kitabın diğer yarısını görmezlikten geldiklerini sıklıkla görüyorum.

Örnek olsun diye, geçtiğimiz Pazar günü Politis gazetesine verdiğim röportajdan bir paragrafı TAK’ın nasıl Türkçeye çevirdiğine bakalım.

Gazetecinin, “Kıbrıslı Rumlar size niye oy versin” yönündeki sorusuna verdiğim yanıttan küçük bir paragraf aktaran TAK, “Kıbrıslı Rumlar beni Kıbrıslı Türk olarak görmüyor” cümlesine vurgu yapıyor!  

Oysa benim bu soruya verdiğim yanıtın bütünü şöyledir:

“Çünkü beni tanıyorlar. Yıllardan beridir birlikte yaşam ve kalıcı barış için uğraş veriyorum. Hayatımın merkezinde Tam/Bütün Kıbrıs var. Kıbrıslı Rumlarla bir çok düzeyde temasım var. Konuşma yapmadığım köy yoktur. Hiçbir konferans davetine “hayır” demedim. Kıbrıs Rum gazetelerine yüzlerce yazı yazdım. Kıbrıs Rum toplumu ile iyi tanışıyoruz. Üniversiteye seçildiğim zaman pek çok insanın hayrete düştüğünü hatırlıyorum. Hatta bazıları üniversiteden ayrılmaya mecbur olmam için seferberlik başlatmışlardı. Nasıl ayakta kaldığımı, okutmanlıktan profesörlüğe nasıl yükseldiğimi ve Beşeri Bilimler Fakültesine nasıl Dekan seçildiğimi biliyor musunuz? Çünkü Kıbrıslı Rumlar beni desteklediler, beni takdir edip saygı gösterdiler. Bunu hissediyorum. Bununla söylemek istediği şudur: Kıbrıslı Rumlar beni bir Kıbrıslı Türk olarak görmüyorlar. Yıllardan beri tanıdıkları, kendileriyle birlikte yaşayan, birlikte şarkı söyleyen, birlikte üzülen, birlikte ilerleyen Niyazi Kızılyürek’i görüyorlar. Yani, Kıbrıs Rum toplumuyla ilişkilerim var. İki topluma da aidiyet duygusu hissediyorum. Hissiyat, kültür ve dil bakımından kendimi iki toplumla özdeşleştiriyorum. Ben böyle yaşıyorum, deneyimlerim böyledir.”

Görüleceği gibi, röportajın akışı içinde “Beni Kıbrıslı Türk olarak görmüyorlar” cümlesi, “Beni sadece Kıbrıslı Türk olarak görmüyorlar” anlamındadır...

Söze nefret söyleminden girdik ve empatiden devam ettik. Evet, iki topluma karşı da empati besliyorum. Kıbrıslı Rumlar benim için “öteki” değildir. Fakat bunu, bu dünyada görüp yaşadığı tek şey etniklik olan, dört duvar içine hapsedilmiş bir etnik kimlik taşıyan anlayamaz...

                       

Kıbrıs Anayasası ve AP’ye Adaylığım

 

Sevgili dostum Nazım Beratlı son yazısında beni sevecen bir üslupla uyarıyor. “Sevgili Niyazi yanlışta ısrar etme” diyor. Doğrusu, hangi yanlışta ısrar ettiğimi anlayamadım. Nazım Beratlı bana çok iyi bildiğim Kıbrıs Anayasasını hatırlatıyor. Orada Kıbrıslı Rumlarla Kıbrıslı Türklerin etnik kimlik temelinde ayrı ayrı seçim yaptıklarına vurgu yapıyor ve kendine has üslubuyla “Ooolmaaazzzz...” diyor ve devam ediyor: “Türksen, Türk; Rumsan, Rum listesi... Ben demem! Hergün "ona dönelim" diye parçalandıkları anayasa der... Dolayısıyla o değişene, yani bir anlaşma ile başka bir anaysa yazılacaksa o yazılana kadar, Kıbrıslı bir Türk’ün, bir Rum partisinden aday çıkması, meşru değildir! Bana göre değil! Bu anayasaya göre…”

Bu konuya geçen hafta köşe yazımda açıklık getirmeye çalışmıştım. Demek ki iyi anlatamadım. 1960 Anayasasında iki toplumun ayrı ayrı seçme ve seçilme hakkına sahip olduğu doğrudur. Kıbrıslı Türkler Cumhurbaşkanı-Muavini ve Temsilciler Meclisinin %30’unu seçme hakkına sahiptirler. Gelgelelim bu uygulamanın Avrupa Parlamentosu seçimleri açısından hiçbir hükmü yoktur. Yani, Avrupa Parlamentosu seçimleri Kıbrıs Anayasasına göre yapılmıyor. Avrupa Birliğinin kabul ettiği bir uygulamaya bazı Kıbrıslı Türklerin 1960 Anayasasını ileri sürerek karşı çıkmaları absürttür. Bir diğer nokta da şudur: 1960 Anayasası milli seçimlerde bile bazı durumlarda geçerliliğini kaybetmiştir. Kıbrıs AB üyesi olduktan sonra, diğer ülkelerde olduğu gibi Kıbrıs’ta da AB Müktesebatı milli anayasaların üstündedir. Nitekim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 2004 yılında “İbrahim Aziz Davası” olarak bilinen davada aldığı kararda, Kıbrıs’ın güneyinde ikamet eden birinin etnik kimliğinden bağımsız olarak, sadece Avrupa Parlamentosu seçimlerinde değil, Temsilciler Meclisi seçimlerine de hem seçmen hem de aday olarak katılabileceğini belirtilmiştir. Hasılı, ben ve benim gibi Güneyde ikamet eden Kıbrıslı Türkler isterlerse Temsilciler Meclisi seçimlerinde aday olabilirler…

Başka bir örnek daha vereyim. Bosna Hersek Anayasasına göre devlet başkanlığına ve federal parlamentonun Halk Meclisi kanadına seçilme hakkı sadece üç kurucu halk olarak tanımlanan Boşnaklar, Hırvatlar ve Sırplara tanınmıştır. Bu üç kategorinin dışında yer alan biri Roman diğeri de Yahudi kökenli iki Bosna Hersek yurttaşı, ülke anayasasının kendilerine bu mevkilere seçilme hakkını tanınmadığı için AİHM’e başvurdular. Saraybosna’da yaşayan Dervo Sejdic ve Jakop Finci adındaki yurttaşları AHİM 2009 yılında sonuçlanan davada haklı buldu ve Bosna Hersek anayasasının ayrımcılığı yasaklayan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 14. Maddesini çiğnediğini tespit etti.

Durum budur! Benim AKEL listesinden AP’ye aday olmama siyaseten karşı çıkanlar veya bu konuda farklı görüşler dile getirenler olabilir. Bunlara demokratik diyalog çerçevesinde saygı duyarım. Yeter ki, argümanları yurttaşların doğru bilgilenme hakkını ihlal etmesin...