YRD. DOÇ. DR. ÖNDER ÇETİN
“Kötülüğün sıradanlığı”, Hannah Arendt'in ortaya attığı bir kavram. Nazi soykırım davasının baş sanıklarından Adolf Eichmann'ın Kudüs'te soykırım suçundan yargılandığı duruşmaları New Yorker dergisi adına takip ederken zihninde şekillenen bu fikir, sonrasında eserine ilham olur.
Arendt'e göre insanlık tarihindeki büyük felaketlerin, soykırımların faili, yaptıklarının “normalliği”ne inanan “sıradan” insanlardır. Bir diğer ifadeyle fail “hiç kimse”dir. Şüphesiz bu sıradanlaşma aynı zamanda farkında olmamayı da beraberinde getirir. Kalabalıklar içinde kaybolan, sıradanlaşan kişi için, düşünmeyi reddetmesine paralel, kendi “kötü”lüğünün farkına varma da bir o kadar zorlaşır.
Suruç'ta intihar saldırısı sonucu 32 kişinin ölümünü #SuructaSenlikVar hashtagiyle “kutlayanlar”la, kreş baskınını “küçük teröristler büyümesin” tweetleriyle alkışlayanlardan, herhangi bir etnik ya da dini kimlikle ilişkilendirilebilecek sıradan bir YouTube videosunun altındaki yorumları okurken, şu ana kadar duyduğunuz hakaret ve küfür sayısını fazlasıyla katlayacak ifadelerle karşılaşacağınız gerçeği, bize Arendt'in “Nasıl bu kadar kötü olabiliyorlar?” sorusunun benzeri şu soruyu sorduruyor: Nasıl bu kadar çabuk ve de kolay Nefret edebiliyorlar?
Daha çok psikoloji ve sosyal psikolojinin sahasına giren bu soruya verilecek ilk cevap, nefretin öğrenilen bir duygu olduğudur. Nefreti bu kadar kolay öğrenilebilir kılansa içine düşünülen ekonomik, siyasi ya da toplumsal sıkıntıların sebebi arandığında aynen “kötülüğün sıradanlığı”nda olduğu gibi düşünmeyi gerektirmeden basitçe açıklaması: “Onlar. Nitekim, Auschwitz toplama kampının kumandanı Rudolf Höss, otobiyografik notlarında, “ortadan kaldırma” fikrinin gerekli olup olmadığına dair şahsi kanaatinin oluşmasına –bizzat kendisinin- imkân tanımadığını belirtir.
Önyargılar ‘ben' imajından besleniyor
Şüphesiz kolayca cevap bulmanın en hararetli şekliyle kendini dayattığı dönemler kriz ya da “hassas” dönemlerdir. Küresel bağlamda düşünüldüğünde, alışık olduğumuz, bilhassa ekonomik kriz dönemlerinde kabahatin ya da faturanın önce göçmenlere daha sonra makbul vatandaş kurgusu dışında kalanlara çıkarılmasıdır.
Türkiye'ye dönecek olursak, Balkan Savaşları'ndan Sevr'e toprak kayıpları ve kitlesel göçlerin beraberinde getirdiği travmalar sonrasında kurulmuş bir devletin yurttaşlarında durum biraz daha farklı bir boyut kazanıyor: “6 asır 3 kıtayı barış ve adaletle yöneten” söylemiyle taşınan gurur, “ihanetler”le elden çıkan vatan toprağı söyleminin beslediği daimi bir şüpheyle ayakta tutulan “hassasiyet”le birleştiğinde maalesef nefret de potansiyel anlamda hayat bulabiliyor.
İnsanoğlunun çevresini belirli kategoriler içerisinde algılaması, Allport'tan Tajfel'e sosyal psikolojinin ve kimlik teorilerinin temel varsayımlarından biri olmuştur. Buna göre dünyayı bizler ve onlar olarak algılayıp değerlendirmemiz son derece normal bir eğilimdir. Soru -ya da sorun- bunu hangi aşamada önyargı ve sonrasında ayrımcılığa eşlik eden nefrete dönüştürdüğümüz.
Bu noktada, öne çıkan husus, önyargının zihnimizdeki “öteki” imajından ziyade “ben” ya da “biz” imajından beslendiği. Kendi kusursuzluğumuza inandıkça bizden olmayanlarla, bize benzemeyenlerle aramızdaki mesafeyi açıyoruz.
Netice: Biz dünyanın en cesuru olduğumuza göre mağlubiyetlerimiz içimizdeki korkaklar ya da hainler yüzündendir; Ahlakı, ahlaklıyı bizim standartlarımızın net ve nihai bir biçimde belirlediği yerde etrafınızda şimdi ya da gelecekte birçok “tuhaf,” “ahlaksız” insanla karşılaşmanız normaldir. Böylesi bir kurguda, “öteki” sevilirse de en çok “aynı bizim gibi” olduğu için sevilir.
‘Kategorizasyon hastalığı'nda eğitim müfredatının payı var
Şüphesiz böylesi bir “potansiyel”i besleyen bir dizi kaynak sıralanabilir fakat bir gazete yazısında öneminin yadsınamayacağını kabul ettiğimiz birkaçıyla yetineceğiz. Nefretin sıradanlığını gündelik yaşamın farklı pratiklerinde ortaya çıkarılabilir kılan faktörlerden biri her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının neleri, nasıl bilmesi gerektiğinin çerçevesini çizen eğitim müfredatıdır.
Bu noktada herkesin öncelikle kendine yöneltebileceği çok basit bir soru karşımızda duruyor: Egemen ve “makbul” kimlik olarak Sünni Türklüğü kabul edecek olursak, örneğin Kürt ya da Alevi olmayan genç bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı 12 yıllık ilköğretim ve lise eğitiminin sonunda bu topraklarda Kürtlerle ve Alevilerle bir arada yaşamayı isteyeceği, bundan mutlu olacağı bir gerekçeyi bulmakta mıdır?
Kendinden farklı olana dair herhangi bir yetkinlik, sevecenlik ya da bir başka ifadeyle varlığını anlamlı ve gerekli kılan bir geri dönüş alamayan “ben,” propaganda unsurlarıyla beslendiğinde nefreti açığa çıkarmaya hazır hale gelecektir. Şüphesiz bunu sağlamanın en kolay yolu da mevcut kategorizasyonu beslemektir.
Artık komşunuz, iş ya da sınıf arkadaşınız sadece bir Türk, Kürt, Alevi, Yahudi, çapulcu, dinci, paralelcidir. Mevcut literatürdeki ifadesiyle “insan”lığından soyutlanmıştır artık. Şu dakikadan sonra ne yapsanız canı acımaz(!).
Muhtemelen, süreç boyunca etkili bir liderlik ya da araçlar vasıtasıyla maruz kaldığınız propaganda sizi başına gelecekleri “çoktan hak ettiği” argümanını sorgulamayı da gereksiz kılacak bir zihin yapısına getirmiştir zaten.
Araçlar söz konusu olduğunda günümüzde “nefretin sıradanlığı”nı diri tutan en önemli unsurlardan biri de şüphesiz internet olmuştur. Klasik medya araçlarının gerek alıcı gerekse katılımcı olarak söylem üretiminin bir parçası olma imkânını sunmadaki payı internetin bahşettiği imkânlarla kıyaslanamayacak ölçüde sınırlıdır.
Twitter ya da Facebook gibi sosyal medya araçlarının yanı sıra bloglardan forumlara bir anda milyonlara ulaşmak bir yana böylesi yaygın bir ağın içinde bulunma zahmetsizce, sorgulamaksızın ve sorgulanmaksızın “sıradan” olmanın tadını sonuna kadar kullanıcılarına bahşetmektedir.
Son günlerde bir yandan Dağlıca ve Iğdır'dan gelen şehit haberleri ve sonrasında Türkiye'nin farklı illerinde HDP il binalarına ve sonrasında Kürt vatandaşlarımıza yönelik saldırılar, diğer yandan Cizre'de yaşananlarla alakalı Twitter ya da Facebook'tan okuyabileceğiniz yorumlar şu satırlara kadar sözünü ettiğimiz potansiyeli açığa çıkarmasının yanı sıra sorunla mücadele edebilmek için mevcut potansiyel “sıradanlığı” da kabul etmemiz gerektiğini bir kez daha doğruluyor.
Ancak elimizde mevcut araçlarla nefretin nasıl “sıradan”laşabildiğini kabul edersek bunun toplumsal yaşamımız için nasıl “dayanılmaz” bir biçimde “asıl tehdit” olduğunu kabul edip önlem alma safhasına geçebiliriz. Nefreti istisnai değil sıradan bir olgu olmaktan çıkaracak araçlar şüphesiz elimizde mevcuttur.
Gerçekçi olmak gerekirse bir devletin kurucu kimliğini destekleyen temel araçlardan olan “milli eğitim” müfredatının ben ve öteki kategorizasyonunu mutlak, ben-merkezli yaklaşımlardan ziyade nesneleştirmeden, anlama ve saygı duyma esasına dayalı, daha dengeli bir kurgu içerisinde sunar hale dönüşmesi zaman alacaktır.
Ne var ki, müfredatın böylesi bir doğrultuda revizyonu kültürel bellek merkezli çalışmalar ve popüler kültür sahasına giren çalışmalarla desteklendikçe tabiri caizse ifrat-tefrit dengesi de günden güne daha sağlıklı bir zeminde yakalanabilecektir.
Bilhassa Türkiye nüfusunun çoğunluğu için televizyonun bilgiden eğlence tüketimine, temel “aktarıcı” olduğunu göz önünde bulundurursak ikinci çerçevedeki çalışmaların önemi daha da artmaktadır.
Nefretin sıradanlaşmasında rahatlıkla kolaylaştırıcı rolü oynayabilen medya, aynı şekilde bu sıradanlığı alaşağı etmede, toplumsal gruplar arasındaki anlayış ve saygı dilini ve pratiklerini gündelik yaşamın tüm sahalarında yeniden üretmede öncü rolü oynayabilecek potansiyele de sahiptir. Bunun “nasıl”ına gelecek olursak, bu da başlı başına bu yazıyı takip eden bir değerlendirmeyi hak ediyor.
(ZAMAN - YRD. DOÇ. DR. ÖNDER ÇETİN - Fatih Üniversitesi Sosyoloji Bölümü – 15.9.2015)