NELER OLUYOR FARKINDA MIYIZ?

Son dönemde popüler olan ve hatta gündemi oluşturan, dikkatle irdelenmesi gereken bir söylem var. O da : “Kıbrıslı milliyetçiliği.” Uzun bir zaman, fısıltı ile söylenen, pek de dökülüp saçılmayan bu fikirlerin yer bulup yüksek sesle ifade

 

 

Son dönemde popüler olan ve hatta gündemi oluşturan, dikkatle irdelenmesi gereken bir söylem var. O da : “Kıbrıslı milliyetçiliği.”

 

Uzun bir zaman, fısıltı ile söylenen, pek de dökülüp saçılmayan bu fikirlerin yer bulup yüksek sesle ifade edilmeye başlanması çok da uzun bir geçmişe sahip değil. Ancak Türkiye’den, genellikle vasıfsız işçi olarak gelen “göçmen” statüsündeki insanların, hiçbir yaşamsal sorunları çözülmeden ve geldikleri ülkeye ve topluma uyum süreçleri gözetilmeden hızla ve sistematik olarak vatandaş yapılması ile, belki bilinçli belki de bilinçsiz olarak bir kaotik süreç yaratılmıştır. Adalı Kıbrıs Türk halkı, uzun zaman İngiliz sömürgesi olmanın açmazları ile sonra da uzun zaman Rum’ların dayatmacı, hegemonyacı, ve kimliksizleştirme uğraşları ile mücadele etmenin yoğunluğundan ve kuşkusuz ki toplumlar arası çatışmaların ağırlığından sonra yorgundur ama tutarlılıkla da kendi çok kültürlü kimliğine sahip çıkmıştır. Buraya dek her şey normal ve salında, bir toplumun geçirdiği var oluş aşamalarından. İşte tam da bu “var oluş” dediğimiz şey içinde tehlike de başlıyor; hem bu cümleyi hem de kendimce nedenlerini yazacağım ama önce manzarayı netleştirmek adına birkaç saptama daha yapmayı faydalı buluyorum.

 

Kıbrıs Türk halkı Adada iki kesimli yaşama geçtikten sonra güneyden nüfus mübadelesi ile kuzeye gelmek durumunda kalan 50 bin civarında Kıbrıslı Türk’le birlikte öncelikle Türkiye’den de göç almaya başlıyor ve ilk etapta 1975 yılında tarımsal iş gücü adı altında Adaya getirilen 30 bin civarında Türkiyeli göçmen de hemen “vatandaş” yapılıyor. On yıllarca Ben Türk’üm diyen Adadaki halkla birlikte, Türkiye’den Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı olan insanlar göçmen olarak getirilip “vatandaş”  olarak birlikte ama ağırlıkla da farklı bölgelerde yaşamaya başlatılıyor bir toplumsal dönüşüm projesi diye nitelenebilecek ve sosyolojik yapının dengelerini değiştirebilecek sözde toplum mühendislerinin yarattığı proje kapsamında. 1974 sonrası yaşanan bu süreçte kavga da yok sıkıntı da, varsa da olağan rutinlerde, normal, adli hikâyeler en basit söylemle. Damat olunuyor, kız veriliyor, akrabalıklar oluşuyor zaman içerisinde; boşanmalar da oluyor; dostluklar da yaşanıyor; kültürler arası farklılıklar da ortaya çıkıyor, çeşitli “anomaliler” de görülüyor…

 

Peki, nerede başlıyor, şimdilerde bıraksanız “düşmanlık” boyutuna varabilecek yol ayrımı; farklı kültürler ve kökenler arası kırılma noktası neresi? Kırılma noktasına kültürel uyumsuzluk tek neden olamaz diye düşünüyorum; bunu besleyen yan etkenler de olmalı. Çünkü aşkta, ortak çocuk sahibi olmada, komşulukta da vardı bu kültürel uyumsuzluk ama bir şekilde tarafların çabasıyla aşılmış olmalı ki insanlar ortak bir yaşamın her anlamda paydalarını paylaşmıştır. Yok oluş korkusu mu desek? Yok olmak, keskin bir söylem aslında. Ve yok olmak da yok edilmek de kolay ve hemen sonuç alınabilen süreçler değildir malumunuz üzere. Ama sistematik olarak işlenirse, hele de bir toplumsal dönüşüm ve değişim projesi olarak toplum mühendisleri tarafından önceden planlandıysa, hem düşmanlık yaratılabilir hem de yok etme süreçleri çeşitli kollardan işleme konabilir. Böyle bir durum var mıydı başlangıçta? Yanıt kesin ve açık, ”bu kadar keskin anlamda “hayır”; yoktu.” Bu bağlamda atlanmaması ve unutulmaması gereken başlangıçta toplumsal mühendislik eliyle taşınan nüfusun Kıbrıs’ın kuzeyinde Rumlardan kalan toprağı işlemek ve atıl halde bırakmamak olduğunun söylendiğidir. Ancak eğer buraya insan getirmek ve nüfusu artırmak amaç olsaydı saf bir biçimde, özellikle 1955-74 arası adadan göç etmek durumunda olan Kıbrıslı Türklerin geri getirilmesine çalışılmalıydı; bu yapılmadı hatta denenmedi. Kıbrıs’ın kuzeyine göçmen olarak getirilen insanlara Rumlardan kalan malların mülklerin tapu halinde verilmesi planları da başlangıçtan beridir böylesi planların sözde toplum mühendisleri tarafından ortaya konduğunun belirtileridir. Sonradan oldu mu peki “yok etme” süreçleri?; yanıt yine kesin ve açık; ”evet, oldu ve oluyor!”  Kendini fark etmek diye adlandırabileceğimiz bir yoldan yürürken Kıbrıslı Türk’ler, hem yapısal anlamda (toplumun yapısı ve bu yapının sahip olduğu değer yargıları) hem duruş anlamında hem de söylemleri anlamında kimi korkularını da besleyerek değişime uğradı ve/veya uğratıldı. Bu zaman içinde, göçmen halkın gelmesi devam ettirildi ve özellikle de son 10 yılda eksponansiyel bir biçimde artırıldı. Hiçbir tedbir alınmadan, uyumlaştırma anlamında desteklenmeden uçurum büyütüldü. İlk zamanlarda Türkiye’den gelenlerle Adada yüz yıllardır yerleşik Kıbrıslı Türkler arasında çok da büyük bir eğitim farkı olmamasına karşın son zamanlarda hem bu fark belirgin biçimde Türkiye’den gelen göçmenler aleyhine büyüdü hem de eğitimle koşut gelişen yaşam kültürü farkı derinleşti.

 

Tam da bu minvalde geçmişte de var olan ancak son dönemlerde yükselen Ankara diye bir dil gelişti Kıbrıslı Türk’lerde. Ankara, otorite anlamına geldi. Ankara, dayatma anlamına geldi. Ankara, haksızlık anlamına geldi. Ankara, bize asalak muamelesi yapan anlamına geldi. Buna eş zamanlı, bir başka dil daha gelişti; Kıbrıslı. Kıbrıslı, tembel anlamına geldi. Kıbrıslı, bizi sevmez anlamına geldi. Kıbrıslı, bizden çok para alır ama bize söver anlamına geldi. Kıbrıslı, bizi aşağılar anlamına geldi.  Bu durum içinde, politik gerginliklerle de beslenen görünmez bir akıl duvarı akılsızlık tuğlalarıyla örüldü, büyütüldü, sağlamlaştırıldı…

 

Bu yazı bitmedi, bu konu da kolayına bitmeyecek gibi görünüyor çünkü. Sözde toplum mühendisleri ve onlardan beslenen gerek Türkiye gerekse de Kıbrıs’taki bazı siyasi görüşler bu durumun sürmesinden nemalandıkça ve buna karşı toplumsal bir bilinç geliştirilip yükseltilmedikçe de sürecek gibi…

Bu konuya devam edeceğiz…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Arşiv Haberleri