Neon Lambalar ve İşgal

Neon Lambalar ve İşgal

Cansu N. Nazlı
cansunazli@yahoo.com


"Bir kadın olarak benim ülkem yoktur
Bir kadın olarak bir ülke de istemiyorum
Bir kadın olarak tüm dünya benim ülkemdir."  Virginia Woolf

Bir yaz akşamı, annemle birlikte bir düğüne gitmek üzere Gönyeli’den Omorfo’ya doğru yola çıkıyoruz. Hava bunaltıcı biçimde sıcak, aylardan temmuz olunca annemi yine kasvetli savaş hatıraları sarıyor. O dönem yaşadıkları bölgeye yakın asker alayı olduğu için sürekli üzerlerine bomba yağdığını, ateşli çatışmaların etkisiyle sıcağın bayıltıcı hale geldiğini anlatıyor bana araba kullanırken. Kulağım annemde, gözüm yol kenarında; onu dinlerken gideceğimiz düğün salonunu arıyorum. Yanıp sönen neon lambaların olduğu onlarca binayı geçip gideceğimiz mekana varıyoruz. Düğün trafiğinden park yeri bulmaya çalışırken düğün salonunun yakınındaki başka bir gece kulübünün önüne kadar gidip arabayı oraya bir yere bırakıyoruz. Gayriinsani koşullarda çalışan, yaşayan kadınların gömülü olduğu sessizlikten kulaklarım ağrıyor, farkında olmadan adımlarım hızlanıyor, çiftetelli havasına doğru yürüyoruz. Buruklukla salona vardığımızdaysa herkes mutlu, üç maymun göbek atıyor.

Gürültülü kalabalığın içinde sorular üşüşüyor aklıma. “Bu anlamlı günde” evlilik birliği kurulurken mi ayrışıyor ‘biz’ dışında kalanlar?  Ailemizdeki kadınların beden bütünlüğünü, cinsel dokunulmazlığını korumak için mi bu kadar kolay gözden çıkarıyoruz ‘diğer’ kadınları? Sahi, kimden koruyoruz ki ailemizdeki kadınları? Binlerce askerin ‘dizginlenemeyen’ cinselliğinden mi? Askerler, 40 yıl önce ‘bizi korumak için’ gelmemiş miydi bu adaya? ‘Vatan toprağı’ da anamızın, bacımızın bedeni gibi korunmuyor mu o günlerde? Topraklar ‘bizim’ olunca mı ayrıştı ‘onlar’? Düşman olunca mı topraklarla birlikte zapt edildi ‘onların’ karılarının- kızının bedeni? 1963’ten 1974’e dek süren çatışmalarda yaşanan savaş tecavüzlerine sebep gerçekten ‘askerlerin dizginlenemeyen cinselliği’ miydi?

Gazeteci- yazar Sevgül Uludağ’ın araştırmaları, savaş tecavüzlerinin Muratağa’dan Palekitre’ye kadar bu coğrafyanın her bölgesine yayıldığını ve karşılıklı olarak yaşandığını gösteriyordu bize. Savaşta esir alınan erkeklerin yakını olan kadınlara tecavüzün; ‘askerlerin dizginlenemeyen cinselliğinden’ ziyade karşı tarafı çökertmek için kullanılan ‘savaş silahı’ haline geldiği aşikardı. Öznesi eli silahlı erkekler olan savaş ‘oyun’unda, kadın ve toprağın/ doğanın, üzerinde tahakküm kurulan zemin şeklinde kurgulandığını biliyorduk. Peki, çatışma koşulları cinselliğin silah olarak kullanılması kurgusunu yaratıyorsa bugün neden hala böyle bir gerçeklik varmışçasına yaşıyoruz?

Düğünden annemle dönerken bu sefer de karşımdaki dağda yanıp sönen neon lambalar aklımı kurcalıyor. Sanatçı Zehra Şonya’nın 'İç hatlar, İç Yapımlar’ sergisindeki çalışması, askeri birliklerle gece kulüplerinin yerlerini işaretlediği harita zihnimde canlanıyor birden. Bu sıcak temmuz akşamında savaş yoksa 40 yıldır asker burada neyi koruyor? Çatışma sonlandıysa şayet, neden hala kadın bedenleri ile birlikte topraklar işgal ediliyor? ‘Erkek’ olduğu için arkadaşlarım niye halen daha askere gitmeye zorlanıyor? Pınar Selek, ‘Sürüne Sürüne Erkek Olmak’ kitabında ‘erkekleri adam eden’ sistemin; sünnet, askerlik, iş bulma, evlilik şeklinde dört aşaması olduğunu tespit ediyor. Askerliği toplumdaki erkeklik kurgusunun da bir aşaması olarak gördüğümüz zaman, savaş koşulları bulunmadığı halde ‘fetihçi’ zihniyetin hüküm sürmesinin nedenini daha iyi anlıyoruz.
Kafam allak bullak eve geliyorum sonunda. Dünya Kupası’nda Brezilya- Almanya maçı bitmiş. “Alman panzerleri ezip geçmiş”, “Brezilya’ya defalarca tecavüz edilmiş”…

Dergiler Haberleri