“Pressenza IPA” adlı uluslararası haber ajansında 29 Ağustos 2022 tarihinde yer alan “Nerededirler? Kayıp şahıslar nerededirler?” başlıklı yazıyı, okurlarımız için özetle derleyip Türkçeleştirdik.
Yazıda şöyle deniliyor:
*** Zorla Kayıp Edilmelere Karşı Uluslararası Koalisyon (International Coalition Against Enforced Disappearences – ICAED) her sene anılan 30 Ağustos Birleşmiş Milletler Uluslararası Kayıp Şahıslar Günü’ne dikkat çekiyor...
*** Her sene 30 Ağustos’ta, herkes kendine bu soruyu sormalı ve zorla kayıp etme suçuna karşı protesto eden pek çok kurbanla dayanışma işareti olarak beyaz bir başörtüsü, mendil vs. takmalıdır. Zorla kayıp edilmeler, tüm dünyada çok büyük bir sorundur...
*** “Zorla kayıp edilme” nedir? Bu bir insan hakları ihali, bir suçtur – Devlet yetkililerinin bir insanı tutuklayıp, o şahsın tutuklanmış olduğunu inkar etmesidir. Zorla Kayıp Edilmelere Karşı Konvansiyon’un ikinci maddesi, “zorla kayıp” edilmeyi, tutuklanma, gözaltına alma, kaçırılma veya özgürlüğünün herhangi bir biçimde devlet ajanları veya yetkili konumdaki veya yetkiliymiş gibi hareket eden kişiler ve gruplar tarafından engellenmesi, devletin buna destek vermesi veya buna razı olması ve bunu izleyen süreçte de sözkonusu şahsın özgürlüğünün kısıtlanmış olduğunun inkar edilmesi veya sözkonusu kayıp şahsın nerede olduğu ve akibeti hakkında bilgi verilmemesi ve böylelikle özgürlüğü kısıtlanan şahsın kanunların koruması dışında bırakılması olarak tanımlamaktadır.
*** Konvansiyonun üçüncü maddesi ise benzer eylemlerin (bunlara zorla kayıp edilmeler demeden) yetkisi olmaksızın, devlet desteği ya da rızası olmaksızın şahıslar veya gruplar tarafından gerçekleştirilmesine dikkat çeker ve devletin bundan sorumlu olanları adalet önüne çıkarma sorumluluğunun altını çizer.
*** Bilgi yoksunluğu, gözaltına alınan şahsı, onu gözaltı alanların insafına bırakır, herhangi bir yaasal koruma olmaksızın... Zorla kayıp edilmeleri çoğunlukla işkence ve/veya cinayet izler. Bunun etkisi, insan grupları arasına korku salmak veya tüm bir toplumu susturmaktır.
*** Zorla kayıp edilen şahıs hakkında bilgi olmayınca, hangi koşullarda kaçırıldığı bilinmeyince veya kimlerin onu kaçırmış olduğu hakkında herhangi bir bilgi olmayınca, kayıp yakınları da sözkonusu kayıp şahıs için arayışlarını tek başlarına yürütmek zorunda bırakılıyorlar. Devlet yetkilileri genellikle soruşturma yürütmüyor ve kimi zaman da onların yanıtı saldırgan oluyor fakat çoğunlukla tamamen pasif kalıyorlar. O nedenle Fransız kökenli BM Uzmanı Louis Joinet (1934-2019), “zorla kayıp edilmeleri”, “organize kayıtsızlık suçu” olarak tanımlamıştı...
*** Tüm dünyadan milyonlarca kayıp yakını, yine de kayıp aile bireylerinin akibeti hakkında gerçeği öğrenmeyi umut ederler... Ve zorla kayıp edilmelerden sorumluların neredeyse hiçbiri, hiçbir zaman adalet önüne çıkarılmaz... Bu arada yeni çatışmalar ve baskıcı rejimler de yeni zorla kayıp edilme vakalarını çoğaltmaya devam etmektedir.
*** Ülkeler insanları bu korkunç suçtan uluslararası insan hakları anlaşmalarında ortaya konmuş olan tedbirleri alarak krouyabilirler. Bunlar arasında esas olan 2006 yılında kabul edilmiş olan Tüm Kişileri Zorla Kayıp Edilmekten Korumak için Uluslararası Konvansiyon’dur. Ne yazık ki bugüne kadar bu konvansiyonu 68 ülke ratife etmiş ancak sadece 23 ülke bunu izleyecek olan yapıya yani Zorla Kayıp Edilmeler Komitesi’ne, kurbanlardan gelecek bireysel başvuruları inceleme izni vermektedir.
*** 2011 yılında Birleşmiş Milletler, 30 Ağustos’u “Uluslararası Kayıp Şahıslar Günü” olarak ilan etmiştir. Ancak BM üyesi pek çok devlet bu anma gününde sessiz kalmakta ve üzücüdür ki bu gün sadece kayıp yakınları ile bir avuç ilgili tarafından (BM organları, sivil toplum örgütleri) anılmaktadır.
*** Zorla Kayıp Edilmelere Karşı Uluslararası Koalisyon herkese (devlet kurumlarına, sivil toplum örgütlerine, sanatçılara, medya örgütlerine ve diğer kamuoyu oluşturuculara, okullara ve üniversitelere, sendikalara vs.) şu çağrıyı yapmaktadır:
- Bu uluslararası günü tüm iletişim araçlarıyla, yazılı ve sözlü olarak, internet mesajlarıyla, radyolarda, TV’de yayınlar yaparak vs. anınız,
- Bu korkunç suçu görünür kılınız,
- Kayıp yakınlarının mücadelelerini ulusal ve uluslararası düzeyde takdir ediniz
- Tüm dünyada bu riske karşı daha iyi koruma ihtiyacı üzerinde ısrarla durunuz.
*** Uluslararası Kayıp Şahıslar Günü’nde düzenlenecek gösterilerde taşınacak olan simge, beyaz bir başörtüsü üzerinde bir soru işaretidir – veya beyaz bir mendil ya da tişörtte de aynı simge olabilir. Dayanışmanızı bu sembolle görünür kılınız: Beyaz bir başörtüsü üzerinde siyah bir soru işaretiyle...
*** Uluslarası Kayıp Şahıslar Günü’nde kullanılmak üzere seçilen simge yani beyaz bir çarşaf üzerindeki siyah soru işareti, elbette Arjantin’de Plaza de Mayo’da bugün hala anneler ve nineler tarafından takılan başörtülerinin esinlendirdiği bir simgedir. Kırk yıl boyunca Buenos Aires’in merkez meydanındaki çeşmenin çevresinde düzenledikleri sessiz gösterilerde bu kayıp yakını kadınlar, bu başörtüsünü takmaktaydılar...
*** Son 40 seneden bu yana pek çok kayıp yakını da aynı belirgin veya ufak tefek değişikliklerle benzer başörtülerini, benzer barışçıl protesto gösterilerinde başka sembollerle birlikte kullanmaktadır. Ellerinde “kayıplar”ının fotoğraflarını taşıyan insanlar, “Nucna mas!” (“Bir daha asla!”), “Hasta encontrarlos!” (“Onları buluncaya kadar!”), “Vovos los ilevaron, vivos los queremos!” (“Onları canlı aldılar, biz de onları canlı istiyoruz”) gibi sloganlar yazılı pankartlar da taşımaktadırlar.
*** Zorla Kayıp Edilmelere Karşı Uluslararası Konvansiyon, üzerinde siyah soru işareti bulunan beyaz başörtüsünü, dünya çapında tüm kayıp yakınlarını birleştirici, görünür olan bir simge olarak seçmiştir ama aynı zamanda kayıp yakınlarının acısına duyduğu merhamet ve dayanışmayı göstermek üzere, hakikat, adalet, anısını yaşatma ve tazminat talebiyle birlikte tüm dünyada bu suça karşı etkili koruma önlemlerine yönelik kampanyayı ileri götürmek için kullanmaktadır bu simgeyi.
*** 21 Aralık 2010’da BM Genel Kurulu, 65/209 tarihli kararında zorla ve istem dışı kayıp edilmelerin dünyanın çeşitli bölgelerinde artmakta olmasından derin kaygı ifade etmişti, bunlar arasında tutuklamalar, alıkoymalar ve kaçırılmalar da vardı ve tüm bunlar zorla kayıp edilmelerin parçasıydı – Genel Kurul, bu kararında ayrıca kayıp edilmelerde görgü tanıklarına veya kayıp şahısların yakınlarına yönelik tacizler, kötü muamele ve korkutmalara ilişkin artan sayıda haberlerden de endişe belirtmişti.
*** Aynı kararda Genel Kurul, Zorla Kayıp Edilmelere Karşı Korumaya Yönelik Uluslararası Konvansiyon’u kabul etmiş ve 30 Ağustos’u da Zorla Kayıp Edilmiş Kurbanları Uluslararası Anma Günü olarak ilan etmiş, bu anma günü 2011’den itibaren uygulamaya girmiştir. Kayıp yakınlarının oluşturduğu pek çok örgüt, BM tarafından ilan edilmeden çok önce bu uluslararası günde anma toplantıları yapmaktaydı... Bu gün, kayıpları hatırlayıp pratikte bu konuya görünürlük kazandırmak için kullanılmaktadır.
Kaynak: BM Genel Kurul Kararı 65/209 – 2010.
https://documents-dds-ny.un.org/doc/UNDOC/GEN/N10/525/08/PDF/N1052508.pdf?OpenElement
https://www.pressenza.com/2022/08/where-are-they-where-are-t@he-disappeared-persons/
(PRESSENZA’dan özetle derleyip Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).
*** BASINDAN GÜNCEL...
EVRENSEL
“Köprülerin yeniden inşası...”
Ragıp Zarakolu
1961 Anayasası öncesi Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri tarafından yargı kararı olmadan doğrudan yasaklanmış kitaplar vardı.
Örneğin 90’lı yıllarda birçok kitabı Türkçeye çevrilmiş olan İlyas Venezis’in “Numero” adlı kitabını örnek olarak verebiliriz.
Venezis, 30’lu yıllarda Yunan edebiyatında yeni bir çığır başlatan Anadolulu, İstanbullu yazarlar arasında derhal kendine yaraşır yeri almıştı.
T.C. Bakanlar Kurulunun derhal ülkeye girmesini yasaklamasının bir nedeni belki de hâlâ İstanbul’da yaşayan önemli sayıda bir Rum toplumunun bulunmasıydı. O tarihlerde zaten bu kitapların tercüme edilmesi bile düşünülemezdi.
60’lı yıllarda bile, hümanist Giritli Yunan yazarı Kazancakis’in, Girit sorununu konu alan “Kaptan Mihalidis” adlı kitabı rahmetli Nevzat Hatko tarafından (eşi sosyolog ve TİP liderlerinden Behice Boran’dı) çevrilip yayınladığında, mahkeme kararı ile derhal yasaklanacaktı.
Bundan nasibini aynı Kazancakis’in “Toda Raba” adlı Ahmet tarafından çevrilen kitabı da nasibini alacak ve 12 Mart cuntası döneminde her iki çevirmen de hapsedilecekti.
12 Eylül cuntası ise kendine hedef olarak Dido Sotiriyu’nun “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” adlı kitabını seçip, yargılatacaktı.
Bütün bunlardan dolayı, Türk yayıncıların Yunan Edebiyatı ile başlarına bela almak istememelerini belki anlayışla karşılamak gerek.
Eğer bir mesleğin gereği, “kahraman”lığı da içeriyorsa bunda bir acayiplik olması gerek. Ama resmi tarihe karşı, resmi edebiyata karşı, bir karşı ya da alternatif tarihin çıkmasını sağlamak isteyen, halklar arasında atılmış olan köprülerin inşası için, empati için, hümanist duyguların güçlenmesi için sadece akademik araştırmaların değil, edebiyatın da gerekli olduğunu düşünen öncü çevirmenler, yayıncılar da çıktı.
Eski İstanbul’un, eski İzmir’in, ya da Karadeniz kentlerinin ortak yaşam tadını edinebilmek cesur çevirmenlerin, cesur yayıncıların zaman zaman bedel de ödedikleri çabaları ile mümkün oldu.
Öte yandan Türkiye’de bir anti-Arap önyargının devam etmesi nedeniyle Arap edebiyatından da çok tercümeler yapılmadı geçmişte.
Modern Arap edebiyatı, laisist okur ya da Kemalizmden arınamamış sol okur tarafından, İslami akımın seçmeci ellerine terk edilmişti. Türkiyeli okur, çağdaş Arap edebiyatını Yunanlı okura oranla çok daha uzaktan izliyordu. Hatta izlemiyordu bile.
Yakın dönemlere kadar Türk edebiyatı, ortak yaşam kültürünün izleri hala güçlü olduğu için ve önemli oranda Anadolulu insan buralarda yaşadığı için, Yunanistan ve Ermenistan’da yakından izlenip tercümeler yapılırken, Türk yayınevleri ve okuru ise yüzünü sadece Fransız ve İngiliz ağırlıklı edebiyata ve MEB klasikleri sayesinde de Rus edebiyatına çevirmişti. Daha sonra ise Amerikan bestseller’ları ve edebiyatı ilgi alanına girecekti.
Bugün bu durumun değiştiği söylenebilir.
Artık farklı yayınevleri yanında, sadece çeviriler yapmakla yetinmeyen, anadilde de yayın yapan İstos, Aras, Gözlem gibi yayınevleri var. Kürt yayınevlerini saymayalım.
12 Eylül darbesi sonrası dönemde Yunan sosyalistleri ile Türkiyeli sosyalistler arasındaki sıcak ilişkiler yanında, ortak yaşam geleneğinden gelen Mübadiller arasında da bir kimlik arayışı ve bilinçlenme başladı.
Çünkü birçoğunun büyükanne ve babalarının konuştuğu dil Elenika idi. Dolayısıyla onların Anadolu’dan sürülen Rumlar ile empati kurması ve duygu paylaşması çok daha kolaydı.
Bu dönemde mahkemelerin artık Yunan edebiyatını görmezden gelişi, biraz Dido Sotiriyu Davasının beraat kararının bir içtihat oluşturması, biraz da Kürt basını ve yazarları hakkında açılan davalardan başlarını kaldıracak hallerinin olmamasıydı.
28 Şubat sonrası dönemde sorunlar yeniden boy gösterdi. Örneğin, Herkül Millas’ın derlediği Göç adlı, Rum mübadillerin tanıklıklarını içeren kitap mahkemelik oldu. Bu yargılama nedeniyle, Herkül Millas 2000 yılında Türkiye Yayıncılar Birliği Düşünce Özgürlüğü Ödülü aldı.
Benzer sorunu Literatür Yayıncılıktan çıkan İzmir Büyücüleri adlı kitap da yaşadı.
Neyse ki üç yargılama da beraat ile son buldu.
Abdi İpekçiye adanan Türk-Yunan Barış Ödüllerinin de önemli katkısı oldu. Ancak 28 Şubat günlerinde bu ödülü almış olan Yorgo Andreadis ve Ömer Asan da DGM’lik oldular. Bu davalarda beraatla son buldu ama Yorgo Andreadis’in yasağını post 28 Şubat hükümetleri kaldırmadı, açılan kampanyalara karşın.
TÜYAP Kitap Fuarının Dido Sotiriyu, Yorgo Andreadis, Nicos Svoronos, Silva Gabudikyan, Jean Claude Kebabjian gibi yazarları onur konuğu olarak davet etmesi de atılmış köprülerin yeniden kurulmasında büyük katkısı oldu.
Venezis’in iki öykü kitabı, “Ege Hikayeleri” ve “Anna’nın Kitabı” gerçek okurların ilgisini bütün engellemelere karşın çekmeyi başardı. “Ege Hikayeleri”nin kitap tanıtımı Yunan Başkonsolosluğunun kültür merkezine dönüştürdüğü Şişmanoğlu Konağında yapıldı. Bu tanıtıma Değerli Ekümenik Patrik Barthelameos da katıldı ve bir konuşma yaptı.
Bu konuşma sayesinde, Saygıdeğer Patrik’in gençlik yıllarında Venezis ailesinin yakın dostu olduğunu da öğrenecektik. Venezis’in bir öyküsüne konu olan ve bir Türk subayı tarafından (onu savaşta yaşamını yitiren kendi kız kardeşine benzetmişti) korunan ve salimen bir gemiye binerek ülkeyi terk etmesi sağlanan kız kardeşi, şu taktir-i ilahiye bakın ki, 50’li yıllarda Ankara’daki Yunan Büyükelçisinin (daha sonra dışişleri bakanı da olacaktı) eşiydi. Venezis’in kızı Anna da Şişmanoğlu Konağı’ndaki bu toplantıya davetli idi, ancak rahatsızlığı nedeniyle katılamayacaktı.
(EVRENSEL – Ragıp ZARAKOLU – 30.8.2022)