Bir zamanlar içerisi artık dışarısı, dışarısı artık içerisidir diye yazmıştım özel alan ve kamusal alan dikotomisinin geçirdiği değişimi kast ederek. Her insan bir radyo, TV istasyonu artık, evlerimiz birer ofis, birer okul, birer ticarethane gibi de işlev görebiliyor. Dışarda olup biten naklen içerde, kimi zaman da içerde olup biten naklen dışarda. Peki kendi içimizde ne yaşıyoruz? Evlere kapatılmışken, bir depremi izler ya da yaşarken, sayısız ölüm haberleriyle sarsılırken, popülist politikacıların demeçleri yüzümüze çarparken, ekonomik durum derin bir kaygı haline gelmişken… Pandeminin ilk günlerinde İtalyan balkonlarında söylenen aryalar, komedyenlerin durumla dalga geçen videoları tatlı bir orta sınıf anısı artık. Popülist politikacıların peşine takılmış yoksullar ve cep telefonlarıyla sosyal medyada dünyayı kurtarmaya çalışan orta sınıf parodisi biraz da yaşanan. Nereye gidiyoruz?
Bir yandan ölüm var elbet (Thanatos) ama diğer yanda da yaşama sevinci ve tutkusu (Erotas) bu iki arasındaki çatışma biraz da tanık olduğumuz. Önemli olan başımıza ne gelirse gelsin olası çözümlere odaklanıp yaşama sımsıkı sarılmak. Sözün bittiği yer ölüm. Başkalarının ölümleri ve kendi ölüm korkularımızla nasıl başa çıkabildiğimiz; başkalarının ve kendi hayatlarımızın sürmesi için yapabileceklerimiz. Bütün bu manzarada insana en çok umut veren şey dayanışma. Yaşanan acılar karşısında sızlayan kalplerin sayısı bile insana duyulan inancı tazeleyebiliyor.
Bir umut varsa çocuklarda o da. Çocuklarına iyi davranan, onların eğitimi konusunda kafa yorup yatırım yapan ülkeler dünyanın en refah ülkeleri. Nerede iyi bir eğitim sistemi varsa en kalkınmış orası. Diğeri ise kadınların durumu. Kadınların politik, sosyal katılımı ne kadar yüksekse oralarda daha çok huzur, daha çok mutluluk var.
İçerisi dışarısı, dışarısı içerisi dedim ya, bütün bunlar bir hakikat sonrası toplumda yaşanıyor tabii ki. Ne içeriye ne de dışarıya dair hakikate tam olarak vakıf değiliz. Sadece cilalı imajlar bize verilen.
Bütün bunlar olurken kendi evimizde, kendi ülkemizde neler yaşanıyor ve bunlara karşı sorumluluklarımızı ne ölçüde yerine getiriyoruz? Doğru analiz edip doğru tutumları alabiliyor muyuz? Vicdanen rahat mıyız?
Bana kalırsa pek çoğumuz bu soruları soramayacak kadar kişisel ve toplumsal gündemlerin hır gürüne boğulmuş durumdayız. Çemberin içindeyiz ve çemberde neler olup bittiğinin tam da ayırdına varamıyoruz. Kendini dayatan gündemler bazen öylesine ağır ki onları aşmadan başka bir şey yapabilmek pek de mümkün değil. Demokrasi için, adalet için, ayrımcılığa karşı hayatın her alanında verilecek mücadelenin bütüne bir etkisi var aslında. Kendi içimizde, kendi evimizde, sokağımızda, şehrimizde elde ettiğimiz her kazanım dünyanın bütünü için bir umut oluşturabiliyor.
Bir çocuk yıkıntılar arasından kurtarılıyor, umut doluyoruz hepimiz, hapishanedeki sevdiğimizden bir mektup geliyor hem içimiz sızlıyor hem de insana dair umudumuz güçleniyor, bir politikacı cesur bir çıkış yapıyor, hep birlikte heyecanlanıyoruz. Yeni bir aşk başlıyor, yeni bir bebek doğuyor… Tatlı bir ışık bunların hepsi. Kolektif melankoliyi hafifletiyor bir miktar.
Dünyanın yoksullarını dünyanın umudu sayardık eskiden, onlar birleşecekler ve hep birlikte mutlu olacağımız yeni bir sisteme geçecektik. Bizler onların yanındaydık. Oysa yoksulların büyük bölümü bizden nefret ediyorlar artık. Belki de onlardan daha eğitimli olduğumuz, akıl vermeye çalıştığımız ve aslında onları ve değerlerini, şu veya bu biçimde sahip oldukları politik tercihlerini, inançlarını küçümsediğimiz için. Konuştuğumuz dil onlara yabancı. Bir yanda ise onlara hitap eden, vaatlerle heyecanlandıran sağ popülist politikacılar var. Yalanın öyle ihtişamlı bir saltanatı var ki insanı heyecanlandıran bir peri masalını andırıyor.
Kendi aramızda kavga etmeye devam ediyoruz bir yandan biz; kavramlarımızı yarıştırıyoruz. Huzur bozulmasın diye bariz adaletsizlikler karşısında bile sessiz kalıp dengeyi korumaya çalışıyoruz. Bunca acıyı yok edecek bir sihirli formül yok elbette ama birlik olmamak, doğru stratejileri çizememek de bizim sorumluluğumuz. Motorları maviliklere sürecektik, oysa yoksullar o sularda boğuluyor şimdi. Seslerimizi ve güçlerimizi birleştirmekten başka çaremiz yok.