Önümdeki sayfa bomboş duruyor. Kafam karışık bugün… Ne yazacağıma karar veremiyorum bir türlü.Eylül ayına rağmen hava sıcaklıklarında kayda değer bir serinleme olmaması mı,haftalardır gündemimizin baş köşesine oturan ve daha uzun süre kalkacağa benzemeyen Doğu Akdeniz’deki petrol ve doğalgaz arayışlarına yönelik sondaj çalışmaları mı kafamı karıştırdı anlayamadım ama adadaki durumun daha da karıştığı ve her zamanki gibi moral bozduğu aşikâr!..
Moral bozan sadece sıcaklar ve bir türlü bitmek bilmeyen, yerinde saya saya bıktıran Kıbrıs sorunu mu? Öyle olaylar yaşıyor; öyle insanlarla karşılaşıyoruz ki, hayal sukutlarımız her gün biraz daha çoğalıyor. Ne kadar boşvermeye çalışsak da, yaşadıklarımızın, gördüklerimizin ve duyduklarımızın etkisinden bir süre kurtulamıyoruz. Yolunda gitmesi için emek harcadığımız hayatımız, bazı insanların verdiği zararla kısa bir süre de olsa altüst oluyor. O kadar değişik kişilikler vardır ki dünya yüzünde; saymakla bitmez. Bunları tanımlamak psikologların işi.. Ben bu hasta kişiliklerin hem kendilerine hem başkalarına verdikleri zararlar üzerinde konuşabilirim ancak. Belki psikologların alanına haddim olmayarak küçük bir adımla girerek birkaç kişilik tanımı da yapabilirim. Ne de olsa serde öğretmenlik var ve genelde eğitimciler, bilgilerini her zaman paylaşmak ve aktarmak isterler. Meslek hayatım gereği olarak, insanlarla hep iç içe oldum. Bu yüzden değişik kişiliklere sahip pek çok insan tanıdım. Son günlerde bir yakınımın böyle birisi tarafından çok üzüldüğüne şahit olmak bana, bu konuyu irdeleme gereği duyurdu.
Bazı insanlar vardır ki, kendilerini aşırı derecede beğenirler. ‘ Herşeyi ben bilirim, en iyisini ben yaparım’ yanılgısını kendilerine hayat tarzı edinirler. Kendi önemlerini çok abartırlar ve her zaman dikkat çekmek, ilgi odağı olmak isterler. Başkalarının haklarını düşünmezler. Kendilerini öne çıkarmak ve herşeyi istedikleri gibi yönlendirmek için başkalarını kullanmakta hiçbir sakınca görmezler. Başarı, güzellik veya ideal aşk fantezileri geliştirirler. Aslında sergiledikleri bu üstünlük tavırları derin bir güvensizliği maskeler. Başka insanların düşüncelerine önem vermiyor gibi görünseler de bu, onlar için en önemli şeydir. Kendilerine hep hayran olunmasını istedikleri için hiçbir zaman tatmin olmazlar. Bunlar, halk arasında ‘ kendini beğenmiş’ diye tanımlanan narsistlerdir.
“ Neyi arıyorsan sen O’ sundur der Mevlâna/ Zulmün peşindeysen zalimsin, aşkı arıyorsan âşık../Elinden tuttuğumuz her sevgili, bizi sürükleyip, kendi iç dünyamızın derinliklerinde bir keşif gezisine çıkarır./Her ilişki benliğimizde bir kazıdır aslında, her sevda ruhumuzun bir başka yüzü…/ Her aşkta kendimizi ararız, o yüzden bulduklarımız benzerimizdir/Resimlerini yan yana koyun sevdiklerinizin ve dikkatle bakın yüzlerine, onların suretlerinden kendi yüzünüz bakacaktır size…/ Aşk denilen kaleydoskobun buzlu camına gözünüzü dayadığınızda, cam rengârenk ışıklar saçarak döndüğünde, her seferinde bambaşka şekiller ördüğünü görürsünüz. Her camda, farklı bir renginiz vardır; her şekilde sizden bir parça…/ Aşklarınız hülasanızdır. Sevdiğiniz her adam, beğendiğiniz her kadın farklı ruh hallerini ele verir; arada bir çevirdiniz mi kaleydoskobu, cam parçaları yer değiştirip yeni şekiller alır; hepsi siz…/Sevgilinizin gözlerindeki dolunay, sizdeki ışığın yansımasıdır aslında; dilindeki sizin ilhamınız, tenindeki sizin yansımanızdır./ Yoksa hala bir sevdiğiniz, o henüz kendinizi bulamadığınızdandır…/ Aşk, narsizmdir./ Sevda çevrildikçe içinizin farklı ışıklarını yakan eğlenceli bir kaleydoskop gibi başımızı döndürüyor./ Ve biz, hep baharı takip ederek dünyayı gezen bir gezgin gibi içimizdeki eski baharları arıyoruz./ Narcissus’u bilirsiniz; Öyle heybetli ve güzelmiş ki, bakmaya dayanamazmış kendine…/ Gün boyu ayna karşısına geçip kara gözlerini. İncecik burnunu, dar kalçalarını, kıvırcık saçlarını seyredermiş hayran hayran…/ Bir gün ırmak kenarında gezinirken, sudaki yansımasına ilişmiş gözü. Uzanıp iyice bakmak istemiş./ Tam gördüğünde kendisini, dengesini kaybedip düşüvermiş ırmağa, kapılıp gitmiş suya./ Yeryüzünün en güzel insanının öldüğünü duyan Tanrı, unutulmaması için O’nu her bahar açan güzel kokulu bir çiçeğe dönüştürmüş,/ Narcissus, nergis olmuş
Geçenlerde tesadüfen Can Dündar’ın yukarıdaki bu yazısını okumuştum. Sizinle paylaşmak istedim. Daha çok narsizmin aşkla ilintisine dair edebi bir yazı... Şiirsel… Onun aşk konusundaki düşüncesi böyle ve zaten her insan aşkı kendi duygularına göre tanımlamakta özgür…
İlkbaharın güzel kokulu çiçeği nergisin hikâyesini de bu yazı ile bir kez daha hatırlamış olduk. İnsanlar eski çağlardan beri nesnelere, özellikle de çiçeklere hikâyeler uydurmayı adet edinmişlerdir. Yunan mitolojisinde Ovidupus’un nergis hikâyesi de şöyle:
“Narkisos, kusursuz fiziksel güzelliğe sahip olan bir gençtir. Bu nedenle su perileri ona büyük ilgi duyarlar, ama hiçbiri karşılık alamaz. Narkisos'a tutkun olan Eko adlı bir su perisi bir gün ona yaklaşmayı dener ve sert bir şekilde reddedilir. Eko, kederinden ve utancından eriyip yok olur ama giderken geride Narkisos'un sözlerini yankılayan kendi sesini bırakır. Bunun üzerine intikam alınmasını isteyen su perilerinin bu talebine uyan tanrılar, Narkisos'un da karşılıksız bir aşk yaşayarak cezalandırılmasına karar verirler.
Bir gün dağdaki berrak bir su birikintisine bakan Narkisos, kendisinin sudaki yansımasını görür ve suda yaşayan çok güzel bir varlıkla karşı karşıya olduğu sanıyla anında aşık olur. Ama ne bu görüntüden ayrılabilir, ne de sarılmak istediğinde koybolan bu yansımadan bir karşılık alabilir. Sonunda suya düşüp ölür. Su perileri Narkisos'u gömmek İçin geldiklerinde, onun da yokolup gittiğini ve yerine bir çiçek bırakmış olduğunu görürler. Sonradan "Nergis" diye anılacak bir çiçek…”
Aşk, meşk bir yana da Narsizm genel anlamıyla hastalıktan da öte bir durum... Buna bir de sonradan görme karakteri eklenirse ortaya iyice karmaşık bir kişilik tipi çıkar. Sonradan görmeleri genelde; fakir olup da, aniden zenginleşince şaşkına dönen ve paranın sağladığı maddi şeylerle övünen insanlar olarak tanırız. (Bu; her sonradan zengin olanın böyle olduğu anlamına da gelmemeli) Bu tip insanlar hep neler aldıklarından, nerelerde tatil yaptıklarından, arabalarından, mobilyalarından bahsederler. Hatta gittikleri yerlerin tabelası altında fotoğraf çektirip duvarlarına asmaya bayılırlar. Marka meraklısıdırlar. Modaya uymak adına kendilerine yakışmayan kıyafetlerle dolaşıp komik duruma düşerler.
Sonradan görmelerin bir başka türü daha vardır ki, bunlar ayni zamanda tehlikelidirler de. Gençlik yıllarında bir baltaya sap olamayıp hep başkalarının sırtından geçinmiş, başkalarını kıskanmış kompleksli insanlardır bunlar. Bu tipler; karınca kararınca bile olsa maddi durumları düzelip bir yere geldiklerinde şaşkına dönerler. Küçük dağları kendilerinin yarattığını sanıp başkalarını küçümserler. Hatta bazen öyle ileri giderler ki; bir zamanlar kendilerine yardım eden insanların bile arkasından konuşurlar. Geçmişteki başarısızlıklarının intikamını alırcasına eski dostlarına saldırırlar. Dileyelim de bu tip insanlarla Allah bizi karşılaştırmasın.
Aslında kişilik gelişimi çocukluktan başlar. Karakterlerin oluşmasında birçok faktör rol oynar. Aile, okul ,çevre gibi. Özellikle aileler bazen çocuklarına bilmeden iyilikten çok kötülük yaparlar. Sonunda, hem yetiştirdikleri, hem kendileri, hem de toplum, bilinçsizce yaratılan bu karakterlerden büyük zarar görür. Hepimiz biliyoruz ki her yönü ile ideal, dört dörtlük insan yoktur. Bazılarımız sevdiklerimizin, özellikle de çocuklarımızın hatalarını yapıcı eleştirilerle düzeltmek yerine onları kusursuz görmeye ve göstermeye çalışırız. Onları görmek istediğimiz gibi görürüz. Veya bunun tam aksini yapar; en küçük hatalarını affetmez; onların ‘kabuğuna çekilme’ sine neden oluruz. Her ikisi de yanlış. Çünkü gün gelir onlar da bizim bu görüşümüzü benimser ve gerçek öz’leri ile iletişim kurup kendilerini tanıma zahmetine girmezler. Bunun sonucunda hastalıklı karakterler ortaya çıkar. Oysa insan, kendi özünü tanımadan, kendi içine yolculuk yapmadan eksiktir, hatta hiçtir. Gün gelir bambaşka ortamlarda ve yabancı insanlar arasında bu acı gerçek ortaya çıkar. Bu yüzden şartlanmaları, kendimizi kandırmayı ve hatta ısmarlama kişilikler yaratmayı bir yana bırakıp, özellikle çocuklarımızı, kendilerini keşfetme ve kişilik kazanma konusunda, belli müdahaleler dışında özgür bırakmak kanımca en doğru hareket olur. Unutulmamalıdır ki, her gün biraz daha yozlaşan dünyamızda bedenen olduğu kadar ruhen de sağlıklı insanlara ihtiyaç vardır.