RÜZGARA YAZILANLAR…
Neriman Cahit
Anılara, geçmiş zamana yolculuk…
Düş dünyasının içindeki yolculuk belki…
Nicedir… Sürüyor…
Eski varolmuş komşularım, arkadaşlarım, sevdiklerim… Bir kısmı, tümden silinenler… Sildiklerim… Bir kısmı hep var olanlar… Var olacak olanlar… Ölseler bile…
***
Yazmak, yazıp bitirmek istiyorum, tüm yazmak istediklerimi…
Evet yazmak… Son noktayı koyduğunda da, ona emin olduğunda da… O huzurla ve o huzur içinde çekip gitmek sessizce…
Bunu başarabilecek miyim bilmiyorum… Çünkü yazı yazmak öyle bir serüven ki, bir süre sonra sizi kendi yollarına, kendi sokaklarına ve serüvenine alıp götürüyor… O yüzden, çoğu kez baştaki tasarımımla – çalışma birbirini pek tutmuyor… Sonuçta, yazı, kendi hükmünü icra eğliyor…
***
Şimdi, onca yaşanmışlık, onca artı ve eksilerime karşın, düşünüyorum, hayatımın muhasebesini yapıyorum da… Hayatımda sevgiden izler bırakmış her insana hâlâ ‘Gönül Bağı’ duyuyorum. Bana ne yapmış olurlarsa olsunlar, bu bağı da sonuna kadar duymak istiyorum…
Kendimi sürekli ölçüp biçiyorum… Nankör değilim, hep güçlü tutmaya çalıştığım, beslediğim “Kadir kıymet bilen” bir yanım var… Yalnız hep görev gibi hep aynı şeylerin tekerrürü beni müthiş sıkıyor: “Mutlu bayramlar, yeni yıllar, yaşlar v.b… Dostluklar, en iyi dileklerimle falan filan…”
***
Sevgisizlikten, insanların birbirini hırpalamasından, en dost sandıklarımın / yakınlarının dahi insanı uğrattığı hayal kırıklığından o kadar yoruldum, yıprandım… Ve o kadar çok canım acıyor ki…
Belki – her halde – eskiden vardı ama artık hiçbir hırsım yok… Egomu ha yendim ha yeniyorum… (Sanıyorum yendim…)
Çağdaş, batılı yanlarım olmakla birlikte, özellikle de son onlu yıllarda ‘Doğu Felsefesi’ beni çok çekiyor…
***
Ben ün vb. olgularının itisiyle değil, aman bana şair desinler, yazar desinler, büyük büyük payeler versinler diye değil… Paylaşmak için, insana yakışan her şeyin oluşumuna katkı için yazıyorum… Edebiyatın / sanatın gereğine / gücüne inanıyorum ama bu gücün de insanı ve insanlığı kurtaracağına, ona öyle bir işlev yükleme gereğine de inanıyorum…
Okumayı, okuma alışkanlığını çok önemsiyorum… Öğretmenliğim ve onunla paralel yürüttüğüm ‘yazın alanında’ hep insanımızda / çocuklarımızda “okuma alışkanlığını” geliştirmeye çok özen gösterdim… Çünkü okuma gerçekten büyük bir emek gerektiren ama o oranda da kişiyi her anlamda zenginleştirip donatan en güzel alışkanlıktır. (Edebiyat bir kitle sanatı değildir; bunun gerçekliğini de bilelim…)
***
Beni çok üzen ve yapmaktan hep sakındığım… Sırf bir yazar olduğum için, kendimi bir yerlere koymak, payeler biçerek, ders verir, ceza verir gibi davranmak… Bir Edebiyat Otoritesi gibi sınıflandırmalar yapmak… Bana göre, insan kendini bu kadar çok sevmemeli, önemsememeli, bir yerlere koymamalı… Özellikle de yaptıklarını “Şaheser” diye insanın ve toplumun başına kakmamalı… “Ben başkalarından farklıyım” demek, bir insanın başına gelebilecek en büyük komplekslerden biridir…
Kendi işini en iyi yapmaya çalışan ve yapan her insan saygıya ve övgüye değerdir…
Edebiyat / Sanat ayrıcalıklı bir hale getirilmemeli…
Edebiyat dünyası ne bir kar amaçlı arena, ne de bir ün ve yarış amaçlı koşudur… Yazar / Sanatçı olmak kolay değil… Bu yolda en az 20-25 yıl emek vermek gerek…
Sanat / edebiyat ortamında rekabet ve yarış olduğunda sanatçıya çok zararı dokunuyor bunun…
Tüm bu çabaların çok önünde gelmesi gereken bazı önlemlerin de altını çizmek gerek:
Eğitim Bakanlığı’nın, müfredat Programlarını süratle değiştirmesi ve bunu öğretmen sendikaları ile birlikte yapması; çünkü Müfredatın bu haliyle çocuklarımıza / gençlerimize kitap okutamazsınız…
Çoğu, ‘çatık kaşlı’ bilgi aktarımı yerine, onu çağından haberdar edecek edebi eserlerle tanıştırmalısınız…
Televizyonlardaki göstermelik / yarı buçuk edebiyat / sanat programları ya tümden kaldırılmalı, ya da bu iş ciddiye alınıp yapılmalı. Tüm Batı televizyonlarında “kitap ve edebiyat” programları var… Onlara bir kere olsun bakmayı öğrense / deneyim kazansa programcılarımız…
Türkçe ve Dilbilgisi, gerektiği gibi ve taa baştan programlanmalı… Ve öğretmenlerden başlanarak… Ciddiyetle de takip edilerek, öğrenime yeniden sokulmalı; çünkü artık okullarımızda ve hayatın içinde Türkçe “bitme” noktasında… O kadar hatalı kullanılıyor ki!!!
Bugün değil çocuklarımız / gençlerimiz… Öğretmenlerimiz, medya mensuplarımız ve hatta bazı yazarlarımız cümlenin başını – sonunu toparlayamıyor, çünkü büyük hatalar yapılıyor. Dil hazinemiz her neyse (500) kelimeye düşmüş ve İngilizcenin yoğun baskısı altında silinip gidiyor. Bu gerçekler insanı adeta ürkütüyor…
O kadar çok şeyi yitirmişiz… Yitiriyoruz ki düşündükçe hüzünleniyor insan…
***
Geçen gün, Demirtaş Ceyhun’un, ‘Osmanlılarda Aydın Kavramı’ adlı kitabından altını çizdiğim bir bölümle bitireyim:
“Hiçbir Osmanlı Sultanı, küçücük de olsa, sarayda bir Fizik veya Kimya Laboratuarı kurmaya niyetlenmemiş… Ya da bir Matematik Problemi için, beş dakika uğraşmamıştır ama Fatih’ten bu yana, şiir yazmamış padişah yok gibidir doğrusu. Oysa Osmanlı İmparatorluğu’nun tek Eğitim Kurumu olan Medreselerde, Edebiyat dersi hiç okutulmamıştır… Bütün tarih boyunca…” (Yorumu mu, onu da sizlere bırakıyorum…)