Metin Karadağ
mkaradag@ciu.edu.tr
Edebiyat ile toplumun bağlantılandırılmasında kurmaca/gerçeklik çatışması, sosyal ontoloji kavramı içinde önemli bir yer tutar. Her edebî yapıtın içsel/içkin olarak toplumbilimsel olduğunu; her ögesiyle de canlı bir toplumsal değerlendirme yansıttığını söyleyen Bahtin (2015: 363) -özellikle anlatı merkezli ürünlere dayalı edebiyat kuramını oluştururken sorumluluk, diyaloji, çokseslilik, olay olarak varlık, katılımcı düşünce, karnavalesk gibi kavramlar üzerinde yoğunlaşmıştır. Geçmişi daha eskilere dayanan Edebiyat Sosyolojisi bakış açısıyla Bahtin’in kuramı arasında karşılaştırmalı bir bağlantı kurulmaya çalışılırsa, Lukács’ın “Tarihî-toplumsal unsur kendi içinde bir eserin yapısı için öneme sahip midir, sahipse bu ne ölçüdedir?” Ya da “Dramatik biçimdeki sosyolojik unsur, estetik değerin belirleyicisi değil de, (...) onun gerçekleştirilmesi için sadece bir imkân mıdır?” (Candido: 5) sorusuyla karşılaşırız. Toplumsal ve psişik olgu ve olayların ön plana alındığı bu bakış açısında devrin/zamanın, kurguya dayalı akış içinde sergilenmesi söz konusudur. Bu sınırlı satırlarda amacımız anlatı (narration/tahkiye)’nın kuramsal boyutunu tartışmak değil, bu konudaki bakış açımızın temelini sunduktan sonra üzerinde yaşadığımız adanın bir ürünü ile konuyu örneklendirmektir. Tekrarlamak gerekirse anlatının estetik/sanatsal boyutunun yanı sıra sosyal ontolojik yanının ön plana çıkarılacağı bir deneme ile Niki Marangou’nun Magosa’dan Viyana’ya adlı yapıtını ele almak ve paylaşmak, temel amacımızdır.
1948’de Kıbrıs’ta doğan Niki Marangou, 1965-1970 yılları arasında -o zamanki- Batı Berlin’de sosyoloji eğitimi alır. 1980-2007 yılları arasında da Lefkoşa’daki Kochlias Kitabevi’ni işletir. Edebiyatın şiir, deneme, çocuklar için masallar gibi pek çok dalında eserler üreten Marangou, 1998’de İskenderiye’de şiir alanında Cavafy ödülünü, 2006’da Divan adlı kitabıyla da Athens Academy’nin şiir ödülünü alır. “Is the Panther Alive”, “Magusa’dan Viyana’ya”, “Gezoul” adlı üç romanı olan yazarın kısa öykülerden oluşan kitapları da bulunmaktadır. Kitapları çok sayıda dillere çevrilen yazarın resimleri de yedi kez sergilenir. Bu ressam kişilik, özellikle ele alacağımız Magosa’dan Viyana’ya adlı eserde canlı insan ve mekân betimleriyle somut yansımalara ulaşır.
Kimi anlatıların ilk satır ya da sayfalarındaki bir tümce, bir olay/olgu yapıtın tümünün leitmotifi olarak sunulur ve kurgu bu motifi odak alarak sarmallaşır; devinimlerle serpilerek bütüncülleşir. Magosa’dan Viyana’ya adlı romanın ilk satırlarında da benzer bir uygulamayla Yunan Kralı Konstantin’in Viyanalı bir doktor tarafından ameliyat edildiğini ve kaburgalarından birinin çıkarıldığını duyan on yaşındaki roman kahramanımız Georgios’un, hemen ertesi gün arka bahçelerinde besledikleri tavuklardan birinin kaburgasını çıkarmaya kalkışma leitmotifini görmekteyiz. Tavuğu çocuğun elinden kurtaramayan annesi ise, onu fırınlanmış o tavuğu yemekten mahrum ederek cezalandırır. “Viyana, Avusturyalı doktor, ameliyat, kurtarılan hasta” kavramları küçük Georgios’un tüm hayatına damga vuracak, O’nu yönetip yönlendirecek çıkış motifleridir. Birinci Dünya Savaşı’nın, Yeşil Ada ufuklarını da karartmaya başladığı günlerin karmaşasında Filistin’den getirilen esir Türkler, Ekim Devrimi’nden kaçan bir kaç yüz Rus, adanın yeknesak gidişatı içinde farklılıklar yaratırken Yunanistan’da kralcılar ile Venizelos taraftarları (yazarın ifadesiyle liberaller) arasındaki çatışmalar da adaya kol atmaya başlar. Öğrenim görmekte ısrarlı olan Georgios, ilk kez 6 Ağustos 1924 günü yaşamını biçimlendirecek olan Viyana’ya ilk kez ayak basar. Üniversiteye kaydolarak tıp eğitimine başlar. Cermen kültürünün özellikle tıp eğitimi alanındaki disiplini, zaman zaman işkenceye dönen sistematiği genç Akdenizliyi hırpalarsa da, amaç ve hedef doğrultusunda yolundan şaşmaz. Radyonun Avrupa’da yaygınlaşmaya başladığı yılların nostaljik, kimi zaman savaş ortamının yarattığı ağır ve baskıcı atmosferi, çok uluslu bir ortamda farklı ilişkiler doğurur. Hekimlik yaşamında kahramanımızın idolü olan tıp profesörü Chvostek, efsaneleşmiş davranışların merkezindedir: Avusturya İmparatoriçesinin ayağına felç inince bin bir nazla saraya giden profesör, kraliçeyi muayeneye başlarken “Kadın, soyun” diye emreder. Dehşet ortamı yaşayan şaşkın bakışlar altında İmparatoriçe’nin ayağını koklayan Chvostek, yeni boyanmış duvarlara bakarak “Kurşun zehirlenmesi” der, Kraliçe başka bir mekâna alınınca da felçli ayak, iyileşir. Hasta olan Arnavutluk Kralı Zogou’yu muayene için çağırdıklarında hekimin yanıtı, kralın kliniğe gelerek diğer hastalar gibi sıraya girmesidir. Öğrenimi sırasında Maria adlı bir tıp öğrencisi kızla aşk yaşayan ve artık genç bir doktor olan Georgios, giderek ayak sesleri gaddarlaşan Hitler faşizminin korkularını yaşar. Tek çaresi ülkesi Kıbrıs’a dönmektir. Ailesinin yaşadığı Magosa’ya yerleşen genç doktor, kente girişte Kavanin Meclisi üyesi eski dostları Celalettin Efendi ve eski kentin diğer Türkleri tarafından davullar ve zurnalar eşliğinde karşılanır. Anne Kristalleni, eve gelen konuk Türklere badem ezmesi ve limonata ikram eder. Irk, milliyet kavramlarının insanları birbirine düşürmediği zamanların rüyamsı yansımaları satırlardan güncele hüzünlü damlalar misali düşer. Ada insanları arasındaki ilişkilerin berraklığı, henüz tanışılmayan elektriğin verdiği ışıltının çok ötesinde aydınlıklar sunar Akdeniz’in orta yerinde. Kentin nüfuzlu insanlarından şizofrenik rahatsızlıklarını sağaltmaya çalıştığı Celalettin Efendi’nin, Rumların saygısını kazanmasını merak ederken Celalettin Efendi’nin halkın “çok beğendiği bir lezzet olan pulya kuşlarının avlanmasını yasaklayan İngiliz Sömürge Yönetimi mevzuatından onları kurtardığını” öğrenir (s.46). Türklerin Kavanin Meclisi’nde hep İngilizlerle birlikte oy kullanmasına karşın Celalettin Efendi karar toplantısında “Siz İngilizler jambon, bizler pulyayız, oyum yasa tasarısının aleyhinedir” der ve tasarı yasalaşmaz. Genç doktor Türkiye’de bile vazgeçilmiş olan kırmızı feslerin polis tarafından hâlâ giyilmesini tuhaf bulur. Yaşlı teyzesi Meropi’yi ziyaret ederken çocukluğunun nostaljik anlarını yaşayan Georgios, kadının anlatmış olduğu “Olver Kuşu” masalını tekrar ve buruk bir mutlulukla dinler. 1922 yılı içinde Yunan-Türk savaşının yaraları henüz tazeyken düzenlenen bir kortejde Peder Maneas, mükemmel bir Türkçe ile barış ve Türk toplumunun refahı için dua okur (s.50).
Denizle iç içe olmanın yarattığı kültürel izlerin gözlendiği adada daha önce kadınların denize girmesi için madeni direkler üzerine oturtulmuş evcikler artık kaldırılmıştır ama o uzun demirler, paslı bir biçimde uzun yıllar Kıbrıs sahillerinde kalacaktır.
Genç doktorun muayenehanesi yapılırken temelin atılması sırasında ortak kültürün bir yansıması olarak horoz kurban edilir. Ancak Viyana’dan parlak bir iş teklifi gelince doktora yeniden Avrupa yolu gözükür. Kıtanın karmaşa, kaos, gözyaşı ve acılarla dolu sürecinde insanlara yardımcı olmanın bitip tükenmez çırpınışları devam eder. Tıp eğitiminin olanca katı kurallarına karşın bir gün soğuk algınlığına yakalanan Georgios, ilaçlar fayda etmeyince adadaki halkın klasik sağaltma yöntemi olan “çıplak sırta bardak çekme”yi denerken profesörüne yakalanır; önce genç doktorun çıldırdığını düşünen bilgin, durumu gözlemleyince uygulamanın yararına inanır ve bu yöntem artık hastahanede “Magosa Tedavisi” adı altında uygulanmaya başlar (s.71).
Romanın çeşitli bölümlerinde farklı kültürlerin o döneme ilişkin kültürel, toplumsal, siyasal olay ve olgularından da çeşitli vesilelerle ilginç yansımalar bulunmaktadır. Örneğin 15 Aralık 1933 günü çalışmaya başladığı Atina’da bulunan kahramanımız dönemin ünlü oyuncusu Zozo Dalmas’ın başrolde oynadığı “ilk sesli ve müzikli” Yunan filmi olan “Genç Berber” den söz eder. II. Dünya Savaşı’nın dehşet dolu aylarında, doktorun çoğu kez ayrı düştüğü Yahudi sevgilisi Maria’nın hasreti ve kahreden kaygıları ile bitmeyen tedirginlikler yaşanır. Avrupa’da bunalımlarının yoğunlaşması ve Nazi faşizminin Avrupa’yı kasıp kavurmaya başlamasıyla Georgios, adaya dönmeye karar verir ve Limasol’daki bir hastanede çalışmaya başlar. Doktorun Limasol belediye başkanı olan arkadaşı Türklerden kalan hamamları restore ederek lüks tesislere çevireceğini ve “onların yanında birinci sınıf bir genelev açılacağını ve adının da ‘Muamele’ olacağı”nı (s.109) söyler. Georgios’un “muamele”nin ne olduğu sorusuna başkanın yanıtı ilginçtir: “Harika bir Türkçe sözcük, bakım ve özen anlamına geliyor, söylerken insanın ağzını dolduran bir kelime…” (s.109).
1931 yılında yönetimlerine karşı gerçekleştirilen ayaklanmalardan sonra İngilizler, adaya ağır yasaklar getirirler. Ancak daha sonra savaşa katılmalarını istedikleri Kıbrıslıları ikna edebilmek için getirdikleri bayrak asma yasağını kaldırırlar. Dönemin politik ayak oyunları somut bir biçimde sergilenir. Uzun yıllar Kıbrıslıların sağlık konusunda yaşadıkları en önemli sorunlardan biri olan Akdeniz anemisinin varlığını (talasemiya) ilk kez fark eden Dr. Fawdry ile tanışan Georgios, artık tüm enerjisini bu belânın bertarafı için harcamaya hasreder (s.119). Bu süreçte “Georgios, Limasollu Türklerin davranışlarından etkilenmişti. Hastaneye, doktora olan büyük bir güven duygusuyla geliyorlar, işler planlandığı gibi gitmeyince Rumların sık sık yaptıkları gibi sağlık dairesine gidip şikâyetçi olmuyorlar, ellerini gökyüzüne kaldırıp her şeyin Allah’tan geldiği düşüncesiyle huzur buluyorlardı” (s119). Bu süreçte adalı Türklerin Ramazan gelenekleri, çeşitli ayrıntıları ve folklorik yanlarıyla romanda yer alır (s.122). Savaşın sonlarına doğru bir temerküz kampında tutsak olan Maria’nın peşine düşen Georgios, hayatı acılarla geçmiş sevgilisinin Dachau Toplama Kampı’nda 1944 yılında öldüğünü öğrenince yıkılır (s.128).
Georgios’a âşık olan Keti’nin Mısır-İskenderiye’deki yaşamı, romanın son bölümlerini kapsayarak özellike Kral Faruk döneminin Mısır aristokrat dünyasını çeşitli boyutlarıyla yansıtır. Büyük İskender’in mezarından piramitlere, büyülü tılsımlardan -özellikle- bokböceği (skarabe) hakkında ilginç söylencelere uzanan bir yelpazede mitoloji/tarih ve folklor verileri aktarılır. Dünyanın yedi harikasından biri olan İskenderiye Feneri’nin öyküsü ele alınır, ancak sonradan Memlük Sultanı Kayıtbay’ın fenerin granit sütunlarını ve mermerlerini kullanarak bir saray yaptırdığı anlatılır (s.163). Keti’nin yıllar sonra adaya dönmesiyle Georgios ile görkemli bir düğün yaparlar, dolu dolu ve mutlukla geçen yıllar birbirini izler.
Magosa’dan Viyana’ya bir yandan biyografik roman özellikleri taşırken diğer taraftan da başlangıçta vurgulamaya çalıştığımız sosyal ontolojik yapı içinde (pek fazla da ayrıntılarını bilmediğimiz ya da bildiğimiz kaynaklarda rastlamadığımız) zamanı, farklı kültürlerin birlikteliklerindeki ortak çizgiyi doğal bir seyir halinde yaratabilmeyi; emperyal-kapitalist güçlerin paylaşım çatışmalarından doğan kitlesel savaşların doğurduğu bireysel kayıpların yanı sıra toplumlar arası kin ve düşmanlıkların tohumlarını attığı süreçleri, bazen bireysel öykülerin sınırlı çerçevesinde, kimi zaman da ülkeler/kıta uzamlarında ve geniş toplumsal boyutlarda sergiler. Acının parçalayıcı tahribatı, kaskatı biçimselliklerle sergilenirken kimi zaman ironi, kimi zaman duygu ve romantizmin hüzünlü notalarla yaratıldığı bireysel evrenlerin şarkıları yükselir sayfalarda…
Niki Marangou, farklı milliyetlerin, cinslerin, kültürlerin mozayiğinde bütünselleşen romanın son satırlarında kurguyla gerçeğin sonsuz raksını sunarak noktayı koyar:
“Bir peri masalı havasındaki bu öyküyü, torunum Georgios için yazdım, böylece bildiklerimi muhafaza etmiş oluyorum. Gerisini bıraktım, bana anlatmadıklarını düş gücümle oluşturdum. Ama şurası muhakkak ki, aşağı yukarı burada anlattığım gibi yaşamışlar.
Zaten hepimiz öyle yaşamıyor muyuz?” (s.176).
Kaynakça:
Bahtin, M.M. (2015) Dostoyewski Poetikasının Sorunları. (Çev. Cem Soydemir), İstanbul Ayrıntı Yayınevi.
Candido, Antonio, Eleştiri ve Sosyoloji (Çev.Başak Bingöl-Yüce) Monograf Edebiyat Eleştirisi Dergisi
2015/4: (131-142).
Marangu, Niki (2011), Magosa’dan Viyana’ya (Çev. Nazif Bozatlı) İstanbul Alfa Yayınları 2214, Roman 69.