Ahmet Yıkık
ahmetyikik@hotmail.com
Niki Marangou , 1948’de Limasol’da Makedonyalı (Yunan) bir anne ve Mağusalı (Kıbrıslı Rum) bir babanın ilk çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. 1965-70 yılları arasında Berlin’de sosyoloji eğitimi almıştır. Daha sonra Kıbrıs’a dönen Marangou, (Güney) Kıbrıs Devlet Tiyatrosu’nda on yıl boyunca dramaturg olarak çalışmıştır. 1980 yılında -istediği tüm kitaplara sahip olabilmek adına- Güney Lefkoşa’da Kochlias Kitabevi adında bir kitapçı dükkânı açmıştır ki söz konusu mekân; Kıbrıslı sanatçı, yazar/şair ve aydınların bir araya gelmesine olanak vererek adadaki kültürel ortamın gelişmesine önemli katkılar sağlamıştır. 2007 yılına gelindiğinde ise, gitgide sayıları çoğalan zincir mağazalarla rekabet edemeyeceğini anlayan Marangou, istemeden de olsa, kitapçı dükkânını satmak zorunda kalmıştır. Sanatçı, bu konuda şunları söylemiştir: “Benim için çok üzücü bir durum olmasına rağmen, en azından, okumak ve yazmak için ihtiyacım olan vakte kavuşmuş oldum. Bildiğiniz gibi kitaplarımı yazmadan önce uzun okumalar/araştırmalar yaparım.” (Michaelova 14) 2013’te Mısır’da geçirdiği trafik kazası sonucunda hayatını kaybedene dek Marangou, edebiyatın hem düz yazı hem de şiir dallarında birçok eserler vermiş; masal, öykü, roman ve şiir kitapları yayımlamıştır. Ayrıca resimle de uğraşan sanatçı, kişisel sergiler düzenlediği gibi karma sergilere de katılmış ve eserlerini gerek Kıbrıs gerekse yurt dışında birçok farklı ülkede sanatseverlerle buluşturmuştur. Marangou’nun şiir ve düzyazı alanındaki eserleri birçok ödül kazanmıştır.
Niki Marangou’nun Magosa’dan Viyana’ya romanı 2011 yılında Alfa Yayınları tarafından Türkçeye kazandırılarak İstanbul’da basılmıştır. Eserin orijinali, önce, Ο Γιατρός Απο Την Βιέννη (Viyanalı Doktor) adıyla, Atina’da Το Ροδακιό (To Rodakio) Yayınevi tarafından 2003’te yayımlanmıştı. Sonradan İngilizceye çevrilen roman, 2005’te yine Atina’da From Famagusta To Vienna adıyla yeniden basıldı. Romanın Türkçeye aktarılması söz konusu İngilizce baskısı üzerinden Nazif Bozatlı tarafından gerçekleştirildi. Dolayısıyla, kitabın, Türkçe adı, Yunancasındaki gibi Viyanalı Doktor yerine, İngilizce baskısında kullanılan adın bire bir karşılığı, Magosa’dan Viyana’ya oldu.
Marangou’nun eseri biyografik bir roman olarak nitelendirilebilir. Çünkü sanatçı, eserinde, büyük oranda babası Yorgos’un yaşamına odaklanmıştır. Romanın başında, çocukluktan ilk gençlik yıllarına geçmekte olan Yorgos karşılar okuyucuyu. Yorgos’u anlatırken, onun tastamam anlaşılabilmesine olanak vermeyi hedefler Marangou. Bunu gerçekleştirebilmek için de mekân ve zaman (tarihî dönem) faktörlerine ilişkin ayrıntılara, genişçe yer vermekten çekinmez. Ayrıca, Yorgos’un hem yaşamının hem de ‘karakter’inin biçimlenmesine etki koydukları oranda, diğer kişiler üzerinde de durur, yazar.
Yunanistan Kralı I. Konstantis Viyanalı bir doktor tarafından ameliyat edilmiştir. On yedi yaşındaki Giorgos (Yorgos) bir berber dükkânındadır. Mağusa’ya Lefkoşa’dan trenle getirilen Voice of Cyprus gazetesinde yer alan söz konusu ameliyatla ilgili haber yüksek sesle okunur. Yorgos kralın omurgalarından bir tanesinin çıkarıldığını öğrenir. Ve bundan çok etkilenir… Böylece okuyucunun, doktor olmayı kafasına koyan Yorgos’a eşlik edeceği, romana ya da yolculuklara ‘start’ verilir…
Tarihî bir romandır diyebiliriz Marangou’nun romanı için. Nostaljiktir de aynı zamanda. Ayrıca içinde birçok yazı türünü bir arada barındırmaktadır; gezi yazısı, anı, biyografi, mektup… ‘Bilgi’ yüklüdür kitap, tıpkı duygu yüklü olduğu gibi. Temposu hızlıdır ama ‘ağır’ ilerler. Görünüşte bir çelişki gibi algılanan bu durum, ayrıntılarında gizlenir eserin. Okuyucu bir yandan koşar adım hikâyenin ‘finish’ çizgisine varmak isterken, ayakları altında çiğnemeye kıyamaz güzelim incileri… “Peki, yazarın eserinde teknik açıdan böylesi bir strateji izlemesinin ardında yatan neden ne olabilir? Bunun, eserin akıcılığını sekteye uğratacak bir handikaba dönüşme olasılığı göz ardı edilebilir mi? Neden bir yazar böylesi bir riski göze alarak eserinin hızını ‘yavaşlatma’ gereği duyar?...” vb. sorular gelebilir aklımıza. Umberto Eko’nun bu sorulara cevap verecek nitelikteki tespitleri şunlardır: “Ormana, gezmek için gidilir. Bir kurttan ya da bir gulyabaniden kaçma telaşı içinde değilseniz, ormanda oyalanmaktan, ağaçların arasından süzülerek ağaçsız alanlar üzerinde gölgeler oluşturan ışığı gözlemekten, karayosunlarını, mantarları, ağaçların çevresindeki bitki ve çiçekleri incelemekten zevk alırsınız. Oyalanmak, vakit kaybetmek anlamına gelmez; çoğu zaman, bir karar almadan önce düşünmek amacıyla oyalanır insan.” (Eco 70)
Magosa’dan Viyana’ya romanı, beş bölümden oluşmaktadır. Söz konusu bölümler, romandaki başlıca olayların geçtiği ve roman kahramanlarının hayatlarına nüfuz eden şehirlerin adlarını taşımaktadır: Magosa, Viyana, Atina, Limasol, İskenderiye. Romanın konusunu kısaca şöyle özetleyebiliriz: Mağusa’da lise eğitimini tamamlayan Yorgos, tıp eğitimi almak için 1920’li yılların başında Kıbrıs’tan ayrılır. Deniz yolculuğuyla Atina’ya varır, orada birkaç gün kaldıktan sonra trenle Viyana’ya gider. Yorgos, buradaki yaşam biçimine/kalitesine hayran kalır. Çünkü Viyana mimarî, sanat, bilim, eğlence ve sosyal yaşam bakımından Yorgos’un geride bıraktığı Kıbrıs’tan çok daha ileri bir şehirdir. Bir yandan tıp eğitimine devam ederken, diğer yandan da yavaş yavaş Yahudi arkadaşları sayesinde kentin yüksek sosyetesinin arasına girer. Evli ve kendisinden yaşça büyük bir Yahudi kadın olan Maria’yla ilişki yaşamaya başlar. Eğitimini tamamladıktan sonra da Viyana’da kalmaya devam eder ve bir yıl boyunca asistan olarak ünlü bir doktorun yanında çalışır. Derken İkinci Dünya Savaşı öncesi Avusturya’da da baş gösteren Nazi milliyetçiliği ve Yahudi karşıtlığına tanık olur. Hatta esmer tipi ve kavisli burnu nedeniyle bir Yahudi’ye benzemesi yüzünden, aşırı milliyetçi gençlerin saldırısına uğrar. Bu olay neticesinde Kıbrıs’a geri dönmeye karar verir. Fakat sekiz yıl sonra Kıbrıs’a -1930’lu yılların başında- geri döndüğünde, Viyana’yla mukayese ettiğinde oldukça geri kalmış/hiç gelişmemiş bir köyü andıran ülkesine uyum sağlamakta güçlük çeker. Bir süre Mağusa’da doktor olarak çalıştıktan sonra ailesinin karşı çıkmasına rağmen Kıbrıs’tan yeniden ayrılır. Bu sefer önce Avusturya’nın Innsbruck şehrindeki bir hastanede asistan olur, daha sonra tıp kariyerine İsviçre’de Zürih şehrinde devam eder, oradan da Atina’ya geçer. Derken Limasol’daki bir hastaneden operatör (cerrah) olarak çalışması için gelen teklifi - istemeyerek de olsa - kabul ederek Kıbrıs’a ikinci ve son defa geri döner. Burada kendi kliniğini kurar, klinikte çalışan anestezi uzmanı Keti’yle aralarında bir yakınlaşma gerçekleşir. Fakat Yorgos bu ilişkinin gidişatından rahatsız olur, çünkü kimseye bağlanmaksızın özgür ilişkiler yaşamak peşindedir. İskenderiye’deki bir hastanede Keti için başka bir iş ayarlayarak onu Kıbrıs’tan uzaklaştırır. Oysa Keti çoktan Yorgos’un kalbinin en derinlerine yerleşmiştir bile!..
Romanda Birinci Dünya Savaşı yıllarından itibaren Yorgos’un yaşadıkları kronolojik bir zaman çizgisiyle anlatılmaktadır. Dolayısıyla, eserin tamamına tarihî ve nostaljik bir atmosfer hâkimdir. Anlatım çoğunlukla üçüncü tekil kişi “o” anlatıcı tarafından aktarılmaktadır. 20. yüzyıl başlarına kadar devam eden klasik roman anlayışında ilahi bakış açısı (omniscient point of view) tekniği olarak nitelendirilen bu teknikte, tanrı anlatıcı, bütün hikâyeyi, olayları ve olay örgüsünü, kişileri ve aralarındaki ilişki ve çatışmaları bilmektedir. Dahası, bütün bunların öncesini bildiği gibi bazen sonrasını da bilip romanda yeri geldiğinde belirtir. (Gümüş) Ancak, Marangou’nun anlatıcısının bir farkı vardır. O, olayları Yorgos’un bakış açısından aktarmakta, onun yaşam öyküsünü okuyucuya anlatırken bir taraftan da Yorgos’u anlamaya, onunla empati kurmaya çalışmaktadır. Bu sayede anlatıcı, karakterleri aşırı derecede kontrol altına alan ve onları yargılayan klasik roman anlatıcılarının olumsuz özelliklerini taşımaz. Üstelik roman anlatıcısı zaman zaman kendisini geri plana çekerek karakterlerin söylediği cümle/ler ya da diyalogları olduğu gibi aktarmakta, yani ‘gösterme tekniği’ni kullanmaktadır. Bu kısımlarda karakterlerin sözleri, anlatıcının yarattığı genel atmosferle o denli uyumludur ki okuyucu âdeta roman karakterlerini bir tiyatro sahnesinde izlediği hissine kapılır. Belirtilmesi gereken bir başka özellik daha vardır: Roman anlatıcısının duygusal yaklaşımı eserin üslûbu üzerine de tesir etmekte ve şiirsel söyleyişlerin ortaya çıkmasını sağlamaktadır. Tüm bunlar birlikte değerlendirildiğinde, aslında bir handikap olan, üçüncü tekil kişi anlatıcının romanın bütünü üzerindeki egemenliğinin, Marangou’nun şairlik ve dramaturgluktan edindiği deneyimler sayesinde bir avantaja dönüştüğü görülmektedir.
Roman karakterlerine bakılacak olursa, farklı ülkelerde geçen olay örgüsünün doğal bir sonucu olarak, romanın bütününe çok kültürlü-etnikli bir atmosferin hâkim olduğu söylenebilir. Fakat Marangou romanda 1920’li yıllardan 1960’lı yıllara kadar geçen tarihî olaylara dair oldukça zengin ayrıntılara yer verdiğinden, söz konusu karakterlerin ki bunlara başkahraman Yorgos da dâhil, psikolojilerini derinlemesine yansıtmaz. (Ziras 11) Yazar daha çok, dönemin tarihî-siyasî atmosferini ve baskın ideolojilerini, roman kişilerinin bilinçlerinden süzerek genel/yüzeysel olarak yansıtmayı tercih etmiştir. Fakat yine de roman karakterleri, roman anlatıcısının onları tanıttığı çerçeveye uygun bir biçimde davrandıklarından, okuyucunun yadırgamasına neden olacak herhangi bir tutarsız davranış sergilemezler.
Marangou’nun romanının tarihî ayrıntılarla zenginleştirildiğine yukarıda da değinilmişti. Ancak yazarın tarihî gerçeklere ne denli bağlı kaldığı konusunda net bir yanıt bulmak kolay değildir. Gerçi, edebiyat bilgisi ortalama düzeyde olan kişiler bile bilirler ki roman özünde kurgusal bir yaratıdır. Kurgusal bir yaratıdan tastamam gerçeği yansıtması beklenemez. (…) Gerçeği anlatmaya soyunmuş bir yazar bile aslında bilerek ya da bilmeyerek kendi öznel dünyasını anlatır ve bu, kendisi dışındaki herkes için ‘reel’ gerçeklikten farklıdır. (Akarsu 152) Bu bağlamda, romanda dikkat çeken yan karakterlerden biri olan, Mağusa eşrafından, Kıbrıs Türk cemaatinin önde gelen şahsiyetlerinden, Kavanin Meclisi üyesi Celaleddin Efendi’nin nasıl çizildiği, tanıtıldığı dikkat çekicidir.
“Celaleddin Efendi, iki yıl önce Viyana’yı ziyaret etmişti. Oraya geldiğinde çok üzgün olduğu görülen adam, şizofreni belirtileri gösteriyordu ve ileri derecede felçliydi. Viyanalı profesör Wagner-Faureg, şizofrenide ateş tedavisiyle Nobel Tıp Ödülü’nü kazanmıştı. Celaleddin Efendi, Viyana’da bu yeni tedaviden yararlandı, en azından geçici bir iyileşme sağlandı. Ama son zamanlarda durumunda ve davranışlarında bozulma görülmeye başlamış, ailesi (s.43) de Yorgos’un dönüşünü Efendi’nin iyileşmesi adına bir umut ışığı olarak görür olmuştu. (s.44)
Celaleddin Efendi’nin ateşi düşmeye başlamıştı. Bünyesi kuvvetli olduğundan, Yorgos’un verdiği kininler sayesinde birkaç gün içinde iyileşti. Hemen her akşamüstü açılabilen otomobiliyle gelip onu alıyor, eğlenmek için tavernaya gidiyorlardı. Taverna sahipleri Efendi’yi çok seviyorlardı; çünkü çok beğenilen bir lezzet olan pulya (ötleğen) adlı küçük kuşların avlanmasını yasaklayan İngiliz Sömürge Yönetimi mevzuatından onları kurtarmıştı. (…)
Kavanin Meclisi’ni oluşturan İngiliz, Türk ve Rum üyeler eşit oya sahiptiler ancak Sömürge Valisi’nin oyu meclisin tartışmalı oylamalarında karara etki edecek bir hüküm taşımaktaydı. Söz konusu tasarının yasalaşması büyük bir tehlike doğuracaktı, çünkü Türkler her zaman İngilizler ile birlikte oy kullanıyorlardı ve mevzuat, bölgede geçimini pulyaları yakalayarak sağlayan çok sayıda ailenin ekmek parasına mani olacaktı.
Kıbrıslı Rum üyeler, oylama gününde Celaleddin Efendi’yi öğle yemeğine davet ettiler; sofrada bol bol pulya ve şarap vardı. Efendi, Kavanin Meclisi toplantısına geldiğinde çakırkeyif durumdaydı, ayağa kalktı ve konuşmasını yaptı. “Siz İngilizler jambon, bizler de pulyayız, (s.46) oyum yasa tasarısının aleyhinedir”. Tasarı yasalaşmadı. Kendilerini İngilizlerden kurtardığı inancında olan yerel taverna sahipleri onu bir kahraman olarak gördüler ama Yorgos bu konuya pek de hevesli yaklaşmadı. (s.47)
Yukarıdaki alıntılarda yer alan “Türkler her zaman İngilizler ile birlikte oy kullanıyorlardı” bilgisi doğru bir bilgidir. Nitekim bu konuya dair, Kızılyürek şunları aktarmaktadır: “İngiliz yönetimi ile tam bir işbirliği içinde olan dönemin işbirlikçi sadık seçkinleri, 1878-1914 yılları arasında, Kıbrıs Osmanlı egemenliği altında bulunduğundan, İngilizlere, Ada’nın Osmanlı toprağı olduğu sık sık hatırlatılıyordu. Bu durum, İngilizlerin Kıbrıslı Rumların Enosis isteklerini rahatça geri çevirmesini kolaylaştırıyordu. (…) Kıbrıs’ın İngilizler tarafından ilhak edilmesi (1914) ve Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülme sürecinin tamamlanmasından sonra Müslüman-İngiliz işbirliği, Enosis tehdidine karşı alınmış bir önlem olarak düşünülüyordu.” (Kızılyürek 215) Oysa Celaleddin Efendi ile ilgili anlatılanların birçoğunun kurgu olma ihtimali yüksektir. Zaten bunların ne kadarının gerçekliği yansıttığının pek de önemi yoktur. Mühim olan, yazarın, canlı ve ilgi çekici bir karakter yaratmakta gösterdiği hünerdir. Kitaptan alıntılanan bu bölüme bakılarak bile, Marangou’nun, tarihî bilgileri hayal gücünün süzgecinden geçirdikten sonra kurguya ne şekilde iliştirdiği hakkında bir fikir sahibi olunabilir.
Son olarak, roman hakkında genel bir değerlendirme yapıldığında, romanın, popüler roman türünün bir alt türü olan ‘aşk romanı’ özelliklerini taşıdığını vurgulamak kaçınılmaz olacaktır. Açıkçası eseri, Marangou’nun başyapıtı olarak nitelendirmek yanlış olurdu. Ancak sıradan popüler romanlar, dünyada veya belirli bir ülkede olup bitenler, kimlik sorunları vb. konuları irdelemezken (Uğur 25), Magosa’dan Viyana’ya romanında bu konular üzerinde de durulmuştur. Ayrıca, Marangou’nun şairliğinden gelen birikimi ve yeteneği sayesinde, karakterleri -psikolojik derinliğine inmeden de olsa- çizmekte ve döneme hâkim olan siyasî - ideolojik atmosferi yansıtmaktaki başarısı göz ardı edilemez. Üstelik romanı ilginç kılan bir başka özellikten daha söz edilebilir: Romandaki anlatıcı oryantalist (Doğubilimci Batılı) ve oryantal (Doğulu) bakış açıları arasında gidip gelmektedir. Romanda, böylesi gelgitler yaşayan bir anlatıcının varlığı, kafa karıştırıcı olduğu kadar manidardır da. Niki Marangou’nun bunu bilinçli mi yoksa bilinçsizce mi yaptığı konusunu açıklığa kavuşturmak pek kolay olmayabilir. Bununla birlikte, Magosa’dan Viyana’ya romanı, Batılı tarzda bir eğitim almış, fakat aslında yaşadığı coğrafya itibariyle, hayatı algılayış tarzında birçok Doğulu özellikler bulunan, seçkin veya sıradan Kıbrıslı Rum ya da Kıbrıslı Türkler arasında pek bir fark olmadığına dair oldukça çarpıcı ipuçları verir gibidir…
----------------------------------------------
Yazarın hayatı hakkındaki bilgiler büyük ölçüde kendi web sitesinden derlenerek bu yazının yazarı tarafından Türkçeye aktarılmıştır.
Kaynakça
Akarsu, Hikmet Temel. «Türk romanında tarihselliğe yaklaşım.» Hürriyet Gösteri 309 (2013): 152-160.
Eco, Umberto. Anlatı Ormanlarında Gezinti (5.baskı). Çev. Kemal Atakay. İstanbul: Can Yayınları, 2011.
Gümüş, Semih. «Üçüncü kişi anlatımı.» Radikal Kitap 677 (2014): 38.
http://www.marangou.com. Ocak 2013.
Kızılyürek, Niyazi. Milliyetçilik Kıskacında Kıbrıs(4. baskı). İstanbul: İletişim Yayınları, 2011.
Korkmazel, Gürgenç, dü. Kıbrıslırum Şiir Antolojisi. İstanbul: Paloma Yayınevi, 2010.
Marangou, Niki. For A Faint Idea. Atina: Rodakio, 2013.
—. Magosa'dan Viyana'ya. Çev. Nazif Bozatlı. İstanbul: Alfa Yayınları, 2011.
Michaelova, Zdravka. «An interview with Niki Marangou.» literary profiles 50 (2009): 14-20.
Uğur, Veli. 1980 Sonrası Türkiye'de Popüler Roman. İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları, 2013.
Ziras, Alexis. «With the knowledge and the joy of life: The chronicles of Niki Marangou.» literary profiles: Niki Marangou 50 (2009): 10-13.