Simge Çerkezoğlu
Doğruları söyleyen, bunları söylerken toplumu gerçeklerle yüzleştiren bir akademisyenden çok daha fazlası Niyazi Kızılyürek… Bugüne kadar yazdıklarıyla hem çok tepki çeken, hem de çok takdir toplayan, duyarsız kalınması mümkün olmayan bir araştırmacı. Kıbrıs konusunda yaptığı her çalışmayla bize, bizi yeniden anlatan, yaşananların tarih kitaplarından ibaret olmadığını kanıtlayan, savaşların tüm taraflar için mağduriyet anlamına geldiğini defalarca yineleyen ve sonuçta her iki toplumu da barışa yakınlaştıran bir isim… Yine çok önemli bir çalışmayla iki dilde okurlarıyla buluşan Kızılyürek, bir şiddet mevsiminin saklı tarihini açığa çıkarıyor.
“Aidiyet duygum çoğullaştı”
Üniversite eğitimi için Almanya’ya gidişinin ardından Kıbrıs konusu üzerine eğilme kararı alan Kızılyürek, biraz geçmişe dönerek o günleri anlatıyor.
“Kıbrıs Cumhuriyeti kurulduğu yıl ben Bodamya köyünde dünyaya geldim. Kısa sürede göçmen olduk. 1964 yılında Luricina’ya taşındık. Orada kapalı bölgede on yıl yaşadık. Ardından 1974 savaşı oldu ve bir süre de Güzelyurt’da yaşadım, liseyi orada bitirdim ve Almanya’da üniversite eğitimi almaya karar verdim. Aslında neden bu kararı verdiğimi çok fazla kestiremiyorum. Sanırım savaşların çocuğu olmanın getirdiği deneyim, bir de lise yıllarımda felsefe derslerine duyduğum merakın etkisi. Almanya’ya gittiğim zaman ilk başka Kıbrıs sorunuyla çok ilgilenmedim. Daha çok siyasal bilimler ve felsefe eğitimi görme yaklaşımım vardı. Zamanla oradaki hocalarımın da teşvikiyle hem Yunanca öğrenmeye hem de Türk, Yunan ve Kıbrıs üçgenine başka bir gözle bakmaya karar verdim. İlk kitabım da o ortamın ürünü olarak 1983 yılında yazıldı.”
İlk kitabının ardından Ada’nın kuzeyinde çok tepki gören Kızılyürek, zaman içinde güneyde yaşamaya başlıyor ancak onun bu kararı oradaki bazı milliyetçi kesimleri de rahatsız ediyor. O günlerden geriye kalan ise onun kendini her iki topluma ait hissedişi.
“İlkler her zaman tepki çeker. Resmi tarih anlatısının dışında alternatif tarih yorumu yaptığınız ve bir takım tabulara dokunduğunuz zaman bir de yaşadığınız toplum demokrasi açısından gelişken değilse, içine kapanık ve otoriter geçmişten geliyorsa birden bire rahatça hain damgasını yersiniz. Dolayısıyla 1983 yılında çıkan İç ve Dış Etkenler kitabım olsun ya da daha sonra Paşalar Papazlar kitabım olsun buradaki hakim kesimi rahatsız etti. Ortada hep bir anlatı vardı. Bu anlatı biraz da “biz iyiyiz, karşımızda kötüler var, 1974 de mutlu son” gibiydi. Tabii bunları biraz sorguladığınız zaman rahatsızlık oluştu. Ülkede demokrasinin yapısı genç akademisyenin fikirlerini kaldıramayacak kadar cılızdı. Sıkıntılı zamanlardı. Sonra Yunanca bir kitap yayınlamışım; 12 Gypros, sonra Duvarımız isimli belgeseli çektim. Tüm bunlar çok rahatsızlık yarattı. 1995 yılında güney Kıbrıs’a üniversiteye gittim. Baktım ki gerek belgesel gerekse de Yunanca yazdığım kitabım gerekse de iki dilde çıkan Ulus Ötesi Kıbrıs isimli çalışmam Kıbrıslı Rumları da rahatsız etmiş. Hatta o dönem üniversiteden atılmam için kampanya yapıldı. O zaman anladım iki toplumun siyasi kültürü ve düşüncesi arasında çok da bir fark yok. Burada söz konusu olan milliyetçilik olgusu ve onun diyalektiği. Milliyetçiler aslında birbirlerine yaslanarak kendilerini yeniden üretiyorlardı. Bense bir anlamda araya giriyor ve oraya çomak sokuyordum. Bu iki tarafı birden rahatsız ediyordu. Böyle anlarda bulunmak hem zorluktu hem de şanstı. Bu durumda aydın insan çoğaladabilir, düşedebilir. Herkes üzerinize gelirken düşmek insani durumdur, sanırım ben ayakta kalan ve çoğalan oldum. Zaman içinde de aidiyet duygumu çoğullaştırdım. Kendimi iki topluma birden ait hisseden noktaya geldim.”
“Kıbrıslı Türklerden korku toplum yaratıldı”
Yeni kitab, Şiddet Mevsiminin Saklı Tarihi, sadece 1958 yılında Ada’da yaşanan şiddeti anlatmanın yanında EOKA’nın kuruluş nedenine ilişkin önemli gizleri de ortaya çıkarıyor. 1955 yılında kurulan EOKA’nın kuruluş nedeni sanılanın aksine Kıbrıslı Türkleri yok etmek değil…
“Bu çalışmanın temel tezlerden ve resmi tarih açısından yanlış anlaşılmış konulardan biri Eoka’dır. Örgütün kuruluşu hiçbir şekilde Kıbrıslı Türkleri hedef alan girişim değil, ne de kurulduktan sonra Kıbrıslı Türklere dönük saldırı olduğunu görüyoruz. Eoka muhafazakar, son derece milliyetçi, Enosis’i nerdeyse Tanrı’nın emri gibi algılayan ve Helen milliyetçisi kesimlerin örgütüdür. Ancak yöneldikleri tüm amaç Ada’nın Yunanistan’la birleşmesidir, bunun için de savaşmaya sıcak bakıyor ama Kıbrıslı Türklere yönelik saldırı düşünmüyorlar. Hatta kurulduktan sonra çıkardığı birtakım bildirilere Kıbrıslı Türklere de hitap ediyor, “size karşı düşmanlığımız yok, derdimiz İngilizlerle” diyordu. Ancak bu ne kadar doğru olursa olsun diğer hakikatte Enosis için hareket ettiğiniz andan itibaren bu düşüncenin zaten Kıbrıslı Türkler için bir tehdit oluşuydu. Eoka ilk başta belki Kıbrıslı Türklere yönelik sıcak şiddet uygulamadı ama Enosis talebinin kendisi Kıbrıslı Türkler’i başından tedirgin etti. Kıbrıslı Türklerin modernleşme tarihine ve de 20 yy başından itibaren olan döneme baktığımızda algı hep bir Enosis vurgusu üzerinden oldu. Bir anlamda bir korku toplumu yaratarak, aşırı tedirgin ortam oluştu. Dolayısıyla her ne kadar Eoka Kıbrıslı Türkleri hedef almamışsa da Eoka’nın Enosis propagandası Kıbrıslı Türkler için tehditti. Bir de İngilizler yardımcı polis gücü olarak Kıbrıslı Türkleri Eoka’nın karşısına dikince ister istemez milli mücadele olgusu kısa sürede etnik şiddete zemin hazırladı. Burada İngilizlerin böl, yönet politikalarının da rolü var. Eoka’nın sivil Kıbrıslı Türklere saldırısı 1958’e kadar ertelenmiştir. Dönüm noktası ise özellikle de bu kitapta çalıştığım 7 Haziran provokasyonlarından ve Kıbrıslı Türklerden kaynaklanan şiddetten sonra olmuştur.”
7 Haziran tarihini Türkiye’de yaşanan 6-7 Eylül olaylarına da benzeten Kızılyürek, bunun nedenlerini de detaylarıyla bizimle paylaşıyor.
“Sadece ben değil başkaları da benzetiyor. En başta 1960 ve 1962 yılları arasında Türkiye’nın Kıbrıs’ta büyükelçi olarak görev yapan Emin Dırvana ilk önce bu olaya benzeten kişidir. Baktığınız zaman gerek planlama, uygulama ve yöntem açısından tamamen kopyası, örneği gibi. Çünkü hem bir bomba konuluyor, tıpkı 6-7 Eylül’de Atatürk’ün evine bombayı Türk tarafının koyması ve sonra da “Rumlar bomba koydu” diye insanları milli galeyana getirmesi ve saldırıların başlaması gibi. Diğer bir benzerlik resmi çevrelerin olaya verdiği ilk tepki. Her ikisinde de ilk tepki bu işi solcular yaptı yönünde oldu. Belli ki her şey detaylı düşünülmüş ve çok da benzeşiyor. Zaten artık 6-7 Eylül’ün arkasında özel harp dairesi olduğunu biliyoruz, kanıtlandı. 7 Haziran provokasyonu da bir açıdan psikolojik harekât olarak adlandırılabilir.”
“İngiltere bölünmenin ilk mesajını verdi ama…”
Kitapta 1958 yılında yaşanan şiddeti anlatırken bunun aslında bir tesadüften çok daha fazlası olduğuna da vurgu yapılıyor.
“1958 tarihi çok önemli bir ayrıntı. Aslında bu tarihte şiddetin doruğa çıkmasının temel nedeni artık İngiltere’nin Türk tarafına söz verdiği gibi Enosis karşısında taksimi, iki ayrı self determinasyon hakkı tanıyarak Ada’nın bölünmesine yol açacak politikayı terk ettiği açığa çıkıyor. İngiltere ilk defa 1956 yılının Aralık ayında Ada’da self determinasyon olacaksa iki taraflı olacak diyerek bölünmenin ilk mesajını veriyor. Aslında bu mesaj Kıbrıslı Rumların self determinasyon talebine yönelik bir tehditti fakat bu tehdit politikası Kıbrıslı Türklere de bu kapıyı açıyor. İlk başta bu politika sadece Rumları tehdit eden politikaydı. Fakat Türk tarafı 1956’dan 1958’in başlarına kadar taksim için umutlandı ve her gün bunu bekledi. Tabii 1958 yılında bunun olmayacağı ortaya çıktı. İngiltere artık Ada’dan yavaş yavaş ayrılmaya karar verdi. 1957’de özellikle Amerika ve İngiltere arasında yapılan görüşmelerden de bu ortaya çıkıyor. Amerika’nın bu kararda çok rolü var çünkü sömürgelerin bu şekilde devam etmesini istemiyor, formel anlamda olsa da bağımsız olmalarını istiyordu. İngiltere ise Ada’yı üs olarak tutmaktansa Ada’da üs tutma politikasını benimsemişti ve çıkmaya hazırlanıyordu. Bu arada taksim önermiyor aksine ilk kez Türk diplomatlara açık açık “taksimden vazgeçin, bu hayata geçecek fikir değil” diyordu. Tam da bu noktada hem TMT hem de Türkiye hükümeti aktif olarak devreye girip “taksime biz ulaşacağız çünkü İngiltere yanımızda olmayacak” diyor. Hatta Rumlara karşı kurulan Türk-İngiliz ittifakı da bozularak taksim kampanyası başlatılıyor. Bu kampanyanın bir bacağı geniş katılımlı halk, diğer bacağı da örgütlenmiş şiddettir.”
“Mağdur, olduğumuz kadar, ettiğimiz zamanlar da oldu”
Çok geniş bir çalışmanın parçası olarak okuyucuyla buluşan “Şiddet Mevsiminin Saklı Tarihi” aslında şiddet tarihinin baştan sona çalışıldığı bir çalışmanın ürünü…
“Bu kitap tarih anlamında 20. yy başından 1975 yılına kadar yaşanan şiddetin anlatıldığı ve sonuna geldiğim bir çalışmanın ürününün küçük bir kısmı. Sonuna geldiğim detaylı çalışmada 1955 Eoka’nın eylemleri, 1960-1964, 1967 dönemi ve 1974’ü çalışıyorum. Geniş çalışmamda sadece etnik şiddeti değil siyasi şiddeti de ele alıyorum. Toplumların içinde ayrı ayrı siyasi şiddeti de işliyorum. Bu çalışmam tamamlanırken 1958’i ayrı basmayı düşündüm. Nedeni Kıbrıs Türk toplumunun hiç yüzleşmediği, üzerinde düşünmediği ve belleklere kaydolmayan çok önemli hadiselerin geniş kapsamlı çalışma içinde kaybolmasını önlemekti. Çalışmanın bütününde1964’te Kıbrıslı Türklerin başına gelenleri de anlatıyorum. Akritas Planı, Rum yer altı örgütü ve saldırılar, kısaca Kıbrıslı Türklerin gerçekten mağdur olduğu döneme de yer veriyorum. O mağduriyet bizde “aslında sadece bizler mağdur olduk” algısına yol açıyor. Bu güne kadar da hep öyle oldu oysa bizim mağdur ettiğimiz zamanlar da oldu. 1958 de bunlardan. Bunun sadece altını çizmek için bu kitabı yazdım.”
“GİDEREK KIBRIS’A DAİR DAHA ÇOK ŞEY ÖĞRENİYORUZ”
Kızılyürek kitabı kaleme alırken İngiliz arşivlerinden de yararlanıyor ve bu durumu üzücü olarak ifade ediyor. Toplumun kendi tarihini sömürgecinin arşivlerinden okumasına tepki gösterirken sadece bunlarla yetinmeyip dönemin yazılı basınına da başvuruyor. Sözlü tarih çalışmaları yapıyor.
“Bir yandan çalıştığım olayla ilgili tüm kaynakları bildiğim dillerde çalıştım. Sonra dönemin arşivlerini, gazete ve belgelerini iki dilde çalıştım. Sonra dönemi yine iki dilde çalıştım. Daha sonra ise mümkün oldukça sözlü tarih çalışmaları yaptım. Referans bakımından çok katmanlı bir çalışma oldu. Tabii bugün hala Türkiye’de Kıbrıs arşivi belgelerine ulaşmak mümkün değil. Hala kapalı. İngiltere’de arşivlerin hala 30 yılda bir açılması iyi ve giderek daha fazla şey öğrenmemize yol açıyor.”
“İLK TOPLU KATLİAM, GÖNYELİ’DE”
Kitapta özellikle Gönyeli’de yaşanan trajedi öne çıkıyor ve bu konuda röportajlara da yer veriliyor. Elbette bu nedensiz bir yönelim değil.
“O yıllarda birkaç şiddet dalgası yaşanıyor. Biri Mayıs ayında solcu Kıbrıslı Türklere yönelik yaşanan şiddet. Bu da ilk siyasal şiddet örneği, ikincisi ise 7 Haziran provokasyonu ki bu da Kıbrıs’ın 6-7 Eylül’ü dediğimiz dönemdir. 7 Haziran provokasyonun en vahim sonuçlarından biri ise 12 Haziran’da yaşanan Gönyeli katliamıdır. Dolayısı ile bu olay 7 Haziran provokasyonunun sonucudur. Provokasyon sonucu ortaya çıkan gerilimin korku ortamının, endişe ve telaşın yarattığı bir katliamdır. Aslında 12 Haziran katliamının sorumluları 7 Haziran provokasyonunu yapanlardır. Bu aslında ilk toplu katliam ve kolektif linç olarak yaşanmıştır. Gönyeli Ovası’nda İngilizlerin serbest bıraktığı Kordemenli Rumlar ceza olarak evlerine yaya yürürken Gönyeli Ovası’nda katlediliyor. Bu çok önemli bir konu. Kıbrıslı Türkler ilk toplu katliamın altına imza atan ama bunu hiç konuşmayan ve bununla yüzleşmeyen bir toplum.”
Çalışmanın sözlü tarih bölümü de çok etkileyici detayları ortaya çıkarıyor.
“Katliamı yaşayan veya o katliamda çok yakınlarını kaybeden Kıbrıslı Rumlarla konuştum. Dehşet olaylar yaşadılar. O katliamdan sağ kurtulan Rumlarla yaptığım sözlü tarih çalışması sırasında sağ kurtulanlara teklifte bulundum. Gönyeli’de bir akşam yemeği yiyelim dedim, buna “olabilir” cevabı aldım. Bu çok önemli, bu insanlar her şeye rağmen Kıbrıslı Türklerle beraber yaşama isteğini koruyor. Babasını ve amcasını kaybeden 2 yaşındaki Andreas’ın anlatısı da çok önemli. Beş kardeşi ile öksüz kalan Andreas her şeye ve o yıllarda yaşadığı sefalete rağmen “barış yapmak zorundayız” diyor. “Savaş kolaydır, barış zordur” sözlerini kullanıyor. Tüm bunlar hem ilginç hem de yüzleşme bakımından çok önemli noktaya geldiğimizin göstergesi.”
Kitabın temel çıkış noktası olan yüzleşmeye dair de önemli açıklamalarda bulunan Kızılyürek, bir anlamda hepimizi geçmişle yüzleşmeye çağırıyor.
“Kanaatim odur ki gerçek yüzleşmenin yapılması için yaşananları bir kuşağa mal etmek ve onunla bitirmek ya da kendini dışarıda tutarak anlatmak mümkün değil. “Biz yapmadık, yaşamıyorduk bile, o zamankiler yaptı” gibi ifade biçimi yüzleşme için geçerli olamaz. Yaşananlarla yüzleşmediğimiz hatta yeni kuşaklar da yüzleşmediği sürece olayın sorumluluğunu üstleniyorlar demektir. Aslında suçu kuşaktan kuşağa devretmek diye bir şey söz konusu. Yüzleşmediğiniz ve kabul etmediğiniz sürece de, yaşananlar sizi de etik olarak suçlu durumuna getirir. Dolayısıyla olaylarla yüzleşmek yeni kuşakların da asli görevleri arasındadır. Sadece o dönemin kuşaklarının değil.”