Günlerden Perşembe… Sınıftan yeni çıktım ve Üniversitedeki ofisimde, ders arasında yazımı yazmaya çalışıyorum. Aslında genelde boş günüm olan Çarşamba sabahları evde yaparım bunu… Ya da keyfim yerindeyse küçük bilgisayarımı alıp bir kafeye taşınırım. Bu haftanın yoğunluğu engel oldu diyeceğim ama biraz da kafamın karışıklığı ve kronik kederden muzdarip iç sesimi artık yazıya aktarmama kararlılığımdan yapamadım bunu.
Az önce “Türkçe diyalog” dersinde öğrencilerimin sunumlarını izledim. Onlar bilgisayarlarıyla kürsüdeydiler; ben ise öğrenci sıralarının birinde oturuyordum. Bir Kıbrıslı Türk arkadaşla adanın güneyinde yapılan bir gezi, 2020 yılında sınıf arkadaşlarıyla yeniden karşılaşma vb. konularda yazdıkları senaryoları sınıfta canlandırdılar.Haftaya bunları videoya da çekip verecekler bana… Keyifli bir zamandı…
Bilmeyenler için aktarayım. Kıbrıs’ın güneyindeki Kıbrıs Üniversitesi Türkoloji Bölümü’nde ders veriyorum. Öğrencilerimin önemli bölümünün ana dili Yunanca... Çoğunlukla Kıbrıslı Rumlar… Her dönem birkaç Yunanlı öğrenci de oluyor. Bölümde az sayıda Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Ermeni öğrenci de bulunuyor.
Ofiste bilgisayarımı açınca fark ettim. Bugün öğretmenler günüymüş. Üniversite’de ders verince öğretim üyesi ya da okutman diyorlar ama ben şu “öğretmenlik” statüsünü kendime hiç yakıştıramam. “Öğretmen” kelimesinin kendini ve göstergelerini sevmem daha doğrusu…
1987 yılında yazdığım Nar Çiçeği şiirim şu dizelerle biter.
“Nasıl anlatmalı sana
Dünya peri padişahının evi değil
Çocukları koparırlar annelerin bahçesinden
Hayat öfkeli bir öğretmendir.”
Şiirime böyle bir dize girmiş olması öğretmenlerimi hep kötü hatırladığımdan değil... Aralarında çok sevdiklerim vardı kuşkusuz ve ilk kez onlardan öğrendiğim bazı şeylerle ilgili heyecanlarımı hep anımsarım. Benim esas meselem sistemle ve onun kurumlarıyla ya da Althusser’in birzamanlar elimden düşürmediğim kitabında kuramsallaştırdığı ” Devletin İdeolojik Aygıtları” ile ilgili... Öğretmen ve ulus bağlamı daha çok beni geren... Milli Eğitim’in ulusun ideal evlatlarını yetiştirmeye azimli münevver öğretmenleriyle ve bunun hayatlarımıza dair trajik göstergeleriyle gelen bir kasılma hali...
Disiplin, hizaya dizilme, doğru yola getirilme “Türküm, Doğruyım, Çalışkanım” gibi çağrışımlarla dolu bir alan bu... Çocukluğumu düşündüğümde en çok da okul sıralarında oturan “Küçük Neşe” ve onun kafasından acıyla geçenler gelir aklıma...
Okul hep olmuştur hayatımda... Sonraları şair olarak Kıbrıs’ın iki yarısında, Türkiye’de ve dünyanın başka ülkelerinde konuşmalar yapıp şiirler okuduğum okullar vardır. Şair şapkasıyla dahi gitmiş olsam da o kapılardan girdiğimde gerilmişimdir hep. Bir hapishaneye adım atma duygusudur yaşadığım.
Üniformalar, tören halleri, zorunlu sessizlikler, gözlem ve denetim altındaki kırılgan bedenler içimi acıtır hep... Üniversiteler farklıdır kuşkusuz ama oralarda da hissedilir başka baskılar vardır.
Aslında benim sorunum kalabalıklarladır çoğu zaman.. Bir grup içindeysem orada bulunan pek çoklarının derdini yüklenip gerilirim. Farklı enerjileri hemen kendime çekerim. Bakışları, kafalardan geçenleri okumaya çalışma, sarf edilen cümleler ardındaki gizli anlamları çözme gayretim beni acayip yorar. Bazen bir grup içinde insanı kanatlandıran güzel bir enerji de yakalanabilir elbette.
On üç yıldır Kıbrıslı Rum öğrencilerle birlikte olduğum için bana en çok sorulan sınıfta öğrencilerin etnik önyargıları ile karşılaşıp karşılaşmadığım ve bununla nasıl başa çıktığımdır. Öncelikle ben bunu kendime bir gündem ya da mesele yapmamışımdır. Etnik olanın dışında öğrencilerin öğretim üyeleri ile ilgili pek çok önyargısı ve olumsuz bakışı olabilir. Ben Kıbrıslı Türk oluşumu öğrenciler açısından daha çok da bir avantaj gibi sunarım. Bunun onlar için aynı adayı paylaştıkları ve trajik biçimde ayrı düştükleri insanları tanıma fırsatı olduğunu hissettirmeye çalışırım. Bu kimliğin öne çıkması gereken zamanlar olabilir ama çoğu zaman başka kimlikler daha öndedir.
Yazıları okumuşsanız hatırlayacaksınız, ırkçı önyargılarla gelen komşuma olumlu ve sevgi dolu yaklaşımımla ilişkinin radikal bir biçimde değişimesi örneğindeki gibi öğrencilerimle olan ilişkilerde de sıçrama yaşamak mümkündür.
Bazen bazı insanlara çok kızıp hırslanıyorum hatta cadılık bile yapıyorum ama içimde hep nöbetçi bir anne vardır benim. İflah olmaz zalimler, hayatı tasarlanmış kötülükleriyle acıtanlar dışında herkesi bağışlayıp sevmeye hazır bir anne... Kimisi naiflik diyecektir buna... Öyleyim herhalde... Ne çare!