David Brazier
Çeviri: Seda A. Refik
Genellikle mutlu geçen hayatımın bir yerlerine nüfuz etmiş olan derin bir mutsuzluk hakkında bir şeyler yazmak istedim. Bu mutsuzluk Fransa’da kimi zaman Proche Orient olarak adlandırdığımız Orta Doğu’da yaşananlarla ilgili. Yine de siyasi veya entelektüel analiz yapmak yerine sadece uzun zaman öncesinde yaşadığım kişisel deneyimi paylaşmak istiyorum.
Şu an Fransa’da yaşıyorum ama büyük anne ve büyük babamın, hatta onların da anne babasının doğup, yaşamlarına devam edip, çalışıp hayatlarını kaybettikleri İngiltere’nin Midlands bölgesinde doğdum. Bildiğim kadarıyla atalarım seyyah da değildi, demek ki seyahat tutkum bana onlardan miras değil. Büyük ihtimalle de bu tutkum ailemin çok ufak yaşta beni Kıbrıs’a götürme kararından geliyor. Öte yandan, çok uzaktan akrabalarım da Loire Nehri’ne yakın olan şimdi yaşadığım Fransa’nın bu bölgesinde yaşıyorlardı; yani belki de içimde bir yuvama dönme dürtüsü de var.
İkinci Dünya Savaşı bitip de askerler geri döndükten dokuz ay sonra doğum oranlarında yaşanan ani yükselişin bir parçası olarak Northampton’da doğdum. Babam da aslında savaş kahramanı diyebileceğimiz bir pilottu. Madalyalarının olduğu kutuyu hala saklıyorum. Annem de Kraliyet Kadınlar Hava Kuvvetlerinde radar operatörü olarak görev yapıyordu. O her ne kadar da orduda deneyimlediklerinden keyif almış olsa da babam tüm yakın arkadaşlarını kaybettiği bu deneyimden ötürü ciddi anlamda travma geçirmişti.
Savaştan dönüp annemle evlenmiş ve baba olmaya hazırlanan biri olarak okulu bitirir bitirmez girdiği ve az maaş getirecek muhasebe bürosunda kıdemsiz memur görevine geri dönmesi onun için çok da doğru bir hareket olmayacaktı. O da babası ile çalışmaya başladı. Büyükbabam Brazier insanların ticaret ustası olarak sayılabileceği günlerde çalışan bir yapıcı ustasıydı. Babama göre aile işinde çalışmak can sıkıcıydı. Metrajcı olmak için gerekli olan sınavlarını geçti ve hemen uluslararası bir inşaat şirketi olan Sir Lindsay Parkinson’da hemen işe girdi.
Ben de hafızalarda yer eden en soğuk kış mevsimlerinden biri olan Ocak 1947’de Northampton’da dünyaya geldim. Karlar bahara kadar toprağı terk etmemişti. Hayatımın ilk yıllarına dair bir şey hatırlamasam da, ben üç yaşındayken Parkinson babamın da içinde bulunduğu bir ekibi Dikelya’da santral inşaatında görev almak için Kıbrıs’a göndermiştir. Ne olduğu bilinmeyen hastalıkların görüldüğü subtropik bir ülkeye küçük bir çocuğun götürülmesine karşı şüpheyle yaklaşan birçok aile üyesine karşın biz yola koyulmuştuk bile.
Kısa bir süre otelde kaldıktan sonra Larnaka’da bir ev kiralandı. Büyük bir bungalov olan bu ev o kadar büyük bir alandaydı ki ev sahibi de burada kalıyordu. Kapıda ise evin İtalyan olan esas sahibinin kim olduğunu belirten “Casa Luigi” ibaresinin yazılı olduğu bir tabela bulunuyordu. Yan tarafında ufak bir garaj yolu olan alçak çitleri ve ortasında havuzu bulunan bir ön bahçesi vardı. Ailemin o zamanlar Austin Seven arabası vardı.
Babam uzun saatler çalıştığı için çoğu zaman annemleydim ya da kendi kendimle vakit geçiriyordum. Babam ise bulabildiği boş vakitlerde İngiltere’den getirttiği planları kullanarak bir yat yaptı. İsmini Amanda koymuştu. Yapımı bittiği zaman Tuz Gölü’ne gidecek ve biz yaklaşırken havada adeta pembe bir bulut oluşturacak olan flamingolara ne kadar yaklaşabileceğimizi deneyimleyecektik.
Bahçemizin girişi kaktüslerle çevriliydi. Garaj yolu boyunca evin yan tarafından arkaya kadar uzanan kaktüsler bahçenin olduğu yere kadar devam ediyordu. Bu alan Larnaka’da geçirdiğim üç sene boyunca yalnız kaldığım anlarda en sevdiğim oyun yerine dönüşmüştü. Şu an biliyorum ki ailem o yıllarda daha fazla çocuk sahibi olmak istemişti, fakat olmadı. Ben tek çocuk olarak kaldım.
Yalnızlığımı ortadan kaldırmak adına annem beni Katolik okuluna yazdırdı. Ailem Katolik de değildi aslında ama okula gitmek beni diğer çocuklarla bir araya getirmenin de bir yoluydu. Okulla ilgili halen daha hatırladığım anılarım var. Bir keresinde okulun bahçesindeki bir ağaç kesilmiş ve gövdesi bir hafta kadar okul bahçesinde kalmıştı. Bizler de ağacın dallarına çıkıp oyunlar oynardık. Bir de kaza yaşamıştım; metal bir kapı kancası yerinden çıkmış alnıma çarpmıştı.
Din ile ilk tanışmam okulda oldu ve dini yerlerde bulunduğum zamanlarda çoğunlukla içimde bir huşu hissettiğimi hatırlıyorum. Okulla ilgili aklımda kalanlar hep mutlu anlar olsa da evde yaşadığım yalnızlık daha güçlü basıyordu. Kendime sığınak yaratmaktan, ağaçlara tırmanmaya ya da ailemizin iki kedisini de dahil ettiğim bir çok oyun icat etmiştim. Yine de tüm bu anılardan aklımda en fazla yer edinen ise bahçede tek başımayken yaşadığım ruhsal deneyimler olmuştur. Herhalde okulda öğrendiğim dualardan kendime dini tefekkür yapmayı öğretmiştim. Meleklerin beni ziyaret ettiğini deneyimlemiş ama bunu kimseye söylemeye cesaret edememiştim. Tüm bunlar kendime sakladığım sırlar olarak kalsa da daha sonrasında spiritüellik keşiflerimde bana yol gösterici olmuştur. Çocuk halimle kendimi Hristiyanlığa adamış ve gerçekten de inancın dağları yerinden edebileceğine inanmıştım. Bunun tüm dinler için doğru olduğu duygusunu da taşıyordum. Çocukluğumda en fazla keyif aldığım kitaplarımdan bir tanesi İslam’la ilgili olan resimli kitabımdı.
Annem çalışmıyordu. Yurtdışında yaşayan İngilizlerden oluşan bir topluluk olsa da ailem kısa sürede Lübnanlı, Mısırlı, Ermeni, Yunan, İngiliz, Fransız ve Amerikalılar olmak üzere çok fazla milliyetten kişilerle arkadaşlık kurdu. Birçok sosyal etkinlik ve parti oluyordu ve ben de tek çocuk olduğumdan dolayı yetişkinler bana fazlasıyla ilgi gösteriyordu. Babam çoğunlukla hep dışarıda çalışıyordu. Siyah saçları ve güneşten bronzlaşmış teniyle çoğu zaman Türk olduğu düşünülüyordu. O zamanlar ırklar ve dinler birbirine karışmış haldeydi. Ne zaman o yılları düşünsem nostalji ile dolarım.
Altı yaşıma geldiğimde kısa süreliğine Londra’ya geri döndük. Babam yaptığı iş ile ilgili raporlarını tamamlamıştı ve şirketin merkez ofisinde terfi alma olasılığı vardı. Ama o dışarıda yaptığı işlere ve bağımsız olmaya geri dönmek istiyor, yurtdışında çalışmasına olanak sağlayacak bir sözleşme yapma peşindeydi. Üç seçenek önüne çıktı: Avustralya, Gana ve Episcopi. Yine ailede vicdan muhasebesi devreye girdi. Annem tekrar yurtdışına çıkma konusunda isteksizdi ve diğer akrabalar da konuya şüpheyle yaklaşıyordu, fakat babam ısrarcıydı. Kendinden taviz vererek en kısa sözleşme olan Kıbrıs’taki işi kabul etti ve kısa sürede yine Akdeniz’deki bu adanın yolunu tuttuk.
Babam önden gitti ve annem de peşine beni alarak Kıbrıs’a gitti. Yine ilk başlarda bir otelde kaldık. Annemle bol bol boş zamanımız oluyordu ve bana birçok kart oyunu öğretti. Onun yakın ilgisini görmek çok güzeldi. Mutlu ve güvende hissettiğimi hatırlıyorum. Daha sonra ise Limasol yakınlarında bir ev bulundu. Yine bir bungalovda kalacaktık fakat bu kez bizi bir köpek sahiplenmiştir. Köpeğimizi aklımda çok tatlı ve güzel bir hayvan olarak hatırlıyorum.
Öte yandan, güvenlik durumu kötüye gidiyordu ve sivil bir İngiliz aile için durum artık güvenli olmamaya başlamıştı. Ailemin arkadaşlarından biri güpegündüz sokak ortasında vurulmuştu. Bir gün evimize yakın bir yerde oynarken üst kısmından kablolar çıkmış bir kutu buldum. Kutuyu anneme göstermek üzere yerden aldım. “Bakın ne buldum!”. Tam bir İngiliz sakinliğinde annem “Evet canım şimdi onu dikkatlice yere koyalım” dedi. Kutu güvenli bir mesafeye götürülürken babam da bomba imha ekiplerini arıyordu. İnsanların bizi öldürmek isteyeceği aklıma gelmemişti.
Evimiz kurumuş bir nehir yatağının kenarındaydı. Kışları çok az su olsa da nehir çoğunlukla kuruydu. Orası aslında benim macera alanımdı. Ailem günümüzde İngilizlerin çocuklarına gösterdiğinden daha fazla keşfetme ve risk alma özgürlüğünü bana sunmuştu. Bir gün her zaman gittiğim yerin biraz daha ötesinde oynarken beni taşlamaya başlayan bir grup genç tarafından pusuya düşürülmüştüm. Hızlıca arkamı döndüm ve ciddi bir yara almadan eve koştum.
Durum kötüye gitmeye devam etmişti. Geceleri kente düşen bombaları sayarak uykuya dalıyordum. Etrafta gezmek kısıtlanmış ve okulumun çevresine kum torbaları ve silah mevzileri yerleştirilmişti. Ben ve diğer çocuklar silahlı araçlarla okula gidip geliyorduk. Her ne kadar da etrafta gerçek ve öldürücü tehlikeler varsa da ben savaşın tehlikelerinden çok yılan görmekten korkuyordum.
On yaşımdayken gene İngiltere’ye geri döndük. Kıbrıs’a göre oldukça gri ve kasvetliydi. İlk başlarda aile dostlarımızın yanında Huddersfield’de kaldık ve daha sonra da babamın yeni bir inşaat projesine başladığı Devon’a taşındık. Zorlu geçen ergenlik dönemimde adada geçirdiğim yıllar anılarımı aydınlatmaya devam etti. Haberlerde de ne zaman Kıbrıs’la ilgili bir şey olsa dikkat kesiliyordum.
Dönüşümüzden üç yıl sonra Kıbrıs bağımsızlığını kazanmış, Başpiskopos Makarios Cumhurbaşkanı, Fazıl Küçük de Yardımcısı olmuştu. Hepimizin bildiği üzere güç paylaşımı adına yapılan bu olumlu girişim başarılı olmamış ve hala daha olduğu üzere Kıbrıs bölünmüştür.
Durumu kötüye giden tek yer Kıbrıs değildi. Genç bir yetişkinken bazı arkadaşlarım otostop çekerek Hindistan’a gitmişlerdi. Türkiye, Suriye, Irak, İran, Afganistan güzergahından Hindistan’a ulaştıkları düşünülürse günümüzde böyle bir yolculuk yapmak hayal bile edilemez. Gittikleri her yerde şiddet seviyeleri artmış ve hatta kimi yerlerde yıkıcı sonuçlar doğurmaya başlamıştı. Dış güçler duruma yönelik yardım etmemiş ve yapılan kimi incelemelerde tüm felaketi teşvik ettikleri de görülmüştür.
Kıbrıs’ta büyüyen biri olarak güçlü bir tarih ilgisine sahip oldum ve seyahatlerim sonrasında da coğrafyaya ilgi duymaya başladım. Her ikisi de okulda en sevdiğim derslerdi. Bu esnada spiritüel konulara yönelik hislerin artmaya ve genişlemeye devam etti. Sıkı bir seyahatname okuyucusu oldum ve uzak yerlerdeki dinlere ilgi duymaya başladım. Taoizm, Budizm, Sufizm ve Hinduizm’de aşina olduğum ve beni çağıran şeyler oldu. İlgi duyduğum tüm bu konular savaş ve barışa ilgi duymama yol açtı. Tüm hayatım boyunca Orta Doğu’daki durum bir iyi bir kötü devam ederken, gerçi çoğu zaman kötüye giderken odak noktam haline geldi ki bu da benim için büyük bir üzüntü.
Birçok ırktan yetişkinin etrafında mutlu ve güvenli hissettiğim çocukluğumun huzurlu günlerini anımsarken şimdi de en kötü gerginlik, şiddet ve yıkımların aynı topraklarda yaşandığına şahit oluyorum. İnsan ırkının bireysel veya toplu yaşam içerisinde bu denli divaneliği ve huzur yolunu bulamamasını görüp de kötü hissetmemek çok zor.
Bu sözleri kaleme alırken İsrail’de yine bir şiddet meydana geliyor. Daha bugün Tel Aviv’de yaşayan bir dostumla konuşurken bana sirenleri duyduğunu, kendisine söylenen talimatları dinleyerek arabasını bırakıp bir arkadaşının evine gittiğini orada roket saldırılarından korunmak için binanın altında bulunan sığınağa indiğini anlatıyordu. Her iki tarafta da çocuklar dahil siviller hayatlarını kaybetti. İsrail’de yeni yapılan evlerin tümünde bu sığınaklar da yapılıyor. Böyle bir şeyin normal olduğu bir yer nasıl bir dünya olabilir ki?
Tüm bunlar yaşanırken aynı zamanda bu hafta Hindistan’da koronavirüs sebebiyle hayatını kaybeden aziz ruhlu bir dostum için bir de anma töreni düzenledim. Birkaç gün boyunca ateşi inmeyince ailesi hastaneye götürmüş ama hastane tamamen doluymuş. Bir başka hastaneye gitmişler ama aynı yanıtı almışlar. Eve dönmüşler ve oksijen eksikliğinden ötürü hayatını kaybetmiş. Bazı yönlerden bu trajedi de Orta Doğu’da yaşanan savaşlar ve çatışmalarla aynı kategoride diyebiliriz. Biraz daha insanlık gösterilse, bir ülke diğerine karşı biraz daha cömert olsa, bir nebze daha iyi planlama olsa arkadaşımın hayatı kurtulabilirdi.
Yani bu hafta üzgünüm. Yaşadığım kayıptan ötürü üzgünüm. İsrail ve Gazze’de acı çeken insanlardan dolayı üzgünüm. Kıbrıs hala bölünmüş olduğu için üzgünüm. Suriyeli mülteciler için üzgünüm. Uluslararası işbirliği olmamasından ötürü pandemiyi diğer ülkelere göre daha ağır koşullarda geçiren İran halkı için üzgünüm. Tüm savaşlardan dolayı üzgünüm. İnsanlar birbirlerinden korkarak yaşadıklarından dolayı üzgünüm. Yine de tüm bunların ortasında, farklı milletlerden insanları seven, birlikte iyi vakit geçiren, güneş altında kumlarda oynayan, Salamis harabelerine tırmanan, tekkenin yanından geçip annesiyle manastıra yürüyen bir zamanların sevilen küçük oğlan çocuğu olarak mutlu hatıralarım var zihnimde.
.