Mitolojilerde, “ölümle /bereket” iç içedir. “Cansız Kış”ın, İlkbahar’da dirilişi ölüm/yaşam döngüsünü anlatır.
Ölülerin gömülmesi, tohumun gömülme amacıyla aynıdır: Ölü, kara toprağa ( tüm yer altı tanrıları, Azrail dahil karalara bürünmüş olarak resmedilir) yatırılır; ve diriliş günü geldiğinde (tüm tazeliği ve bereketiyle) yeniden filizlenir.
Dünyanın farklı bölgelerinde, farklı tarihlere denk gelse de yaklaşık 7-13 bin yıl öncesine tarihlenen Tarım devrimi (neolitik devrim) ile yerleşik yaşama geçen insanoğlu (farkında olmasa da); O gün attığı bu “büyük adımla” “KIYAMET”in tohumlarını da atmıştır toprağa…
Doğanın nimetlerinden (edilgen bir biçimde, toplayıcı /avlayıcı olarak) yararlanma aşamasını geride bırakıp; bu kaynaklar üzerinde hakimiyet kurdukları anda; kendi yaşam biçimlerini olduğu kadar, doğanın akışını da değiştirmeye başlamışlardır.
Bir kişinin, tüketebileceğinden fazla gıda maddesi üretebilmesi (toplumsal artı ürün), “açgözlülüğe / doyumsuzluğa” atılan ilk adımdır…
Başlangıçta, küçük toplulukların kendi aralarında yaptığı işbölümü (bu doyumsuzluk yüzünden) yetersiz kalmış; nüfus artışı hızlanmış ve “emek sömürüsü” başlamıştır.
Toplumsal artı ürünün ortaya çıkması, özel mülkiyeti; O da yeni despotik iktidar biçimleri ve eşitsizliği (sınıfları) doğurmuştur.
İnsanoğlu’nun doğal yaşama müdahalesi, bilindiği üzere “bitkilerle” sınırlı kalmamış; kısa sürede hayvanları da (evcilleştirme yoluyla) ve hatta kendi hemcinslerini (kölelik yoluyla) de kapsamıştır…
Ancak bu hakimyet’in sınırlı olduğunun farkındadırlar… Onlar, nasıl ki her yaz başı “tırpanlarıyla” bitkileri hasat edip, öldürüyorlarsa; (bilmedikleri) kimileri(!) de onları (zamanlı zamansız) hasat ediyordu… (Efsanelerde Kronos, Mahşerin Dört Atlısı, Hindularda ölüm tanrıçası Kali ve tek tanrılı dinlerdeki Azrail’in, ellerinde tırpanla resmedilmesi bu yüzdendir).
Hijyenik olmayan konutlarında, hayvanlarla içli dışlı yaşamanın ve tamamen hükmedemedikleri iklim değişikliklerinin (kuraklık, seller, fırtınalar vb.) getirdiği hastalıklar; kendi güçlerini ve hakimiyetlerini aşan “doğa üstü” güçlere karşı büyücüler ve biliciler yetersiz kalınca, tanrılar yaratıp (işler yolunda gitsin diye, rüşvete başvurarak) onlara kurbanlar vererek; “zamansız hasatlardan” kurtulmanın yollarını aramışlardır…
Ölülerin, toprak çanaklardaki tohumlarla ve süs eşyalarıyla gömülmesi; “diriliş” anındaki “o bitmez doyumsuzluk” hırsını besleme amaçlıdır… Tanrılara yakarış; yaltaklanma ve rüşvet de öyle…
Egemenlerin “sınırsız hakimiyete” ulaşabilmeleri için, büyücüler yetersiz kalınca, yerlerini din adamları; efsanelerin yerini ise dinsel metinler alır.
Tek tanrılı dinlere geçişte tanrıdan meleğe dönüşen Azrail (Azer-el veya il), Allah'ın Adem'i yaratmak için istediği toprağı getiren melektir. İnsanoğlunun yaratılmasında birincil rolü üstlenen (karalar içinde, eli tırpanlı) bu meleğin ölüm meleği olarak seçilmesi; bir paradoks mudur?.. Kutsal metinlere öyle değil… Aynı görev için gönderilen diğer üç meleğin (Cebrail,Mikail, İsrafil) “toprak vermemek için yalvaran yeryüzüne” karşı fazla “merhametli” davranmaları yüzünden Allah da onlara “merhametli” davranır… Oysa Azrail, acımasız bir emir eridir. “Sizin emriniz dururken, onlara merhamet gösteremezdim!” der. Siz de olsanız, insanları “hasat etmek için” onu seçmez miydiniz?
Üstelik, çoktan beri Nükle/il kılığına bürünmüş olan bu “melek” sabrı ve azmiyle ünlüdür (tüm öldüreceklerini bir uçağa toplamak için büyük çaba gösterdiği fıkradan da anlaşılır bu). Yakın gelecekte de aceleci davranmayacaktır kuşkusuz… Kah, Kuzey’den gelen bulutların üzerine binip süzülecek adamızın üstüne; kah yandaki baraja sızıp borularla akacak…
***
Neyse uzatmayalım!...
İktidar hırsına kapılan (bir avuç ıslak topraktan yaratıldığına ve gün gele yine o toprağa gireceğine inanan) insan; “tarım devriminin ardından pek çok devrim (tarım, sanayi, iletişim vb.) gerçekleştirir. Her gerçekleştirdiği devrimin ardından da yeni huylar geliştirir: açgözlülüğü / doyumsuzluğu, o kadar tavan yapar ki, yaşamak için tüketme evresinden, tüketmek için yaşama evresine sıçrar...
Kendilerine “daha fazla tüketme şansı tanısın diye” zamane tanrılarının (uluslar arası sermaye emperyalizmi ve onun taşeronu iktidarlar), kulu kölesi olurlar… Bu kadar çok kul/köleniz varsa, “üç beşinin” eksilmesi “sorun” değildir. Harca gitsin!...
Bu küçücük adacıkta, Nükle/il’in işi kolaydı eskiden beri… “Stres/us kalpus” kılığından sıkılırsa, “trafik canavarı” kılığına bürünür; ondan da sıkılırsa “hormonis / kanseris” olarak dolanırdı etrafta… Bundan böyle işi daha da kolay olacak; bir tırpanla bütün doğu Akdeniz havzasının işini bitirebilecek bir silahı olacak yakında: Nur topu gibi bir Akkuyu Santralı…
Hepimize hayırlı, uğurlu olsun!.
***
Şair, gazeteci, oyuncu ve çevirmen Ülkü Tamer, Pazartesi gün, 81 yaşında Bodrum ilçesinde hayatını kaybetti.
1937’de Gaziantep’te doğan Ülkü Tamer’in çiirleri 1954’ten itibaren Kaynak, Pazar Postası, Yeditepe, Yeni Dergi, Papirus, Sanat Olayı gibi dergilerde yayımladı. İlk şiir kitabı Soğuk Otların Altında 1959’da çıktı. 1950’li yıllarda ortaya çıkan İkinci Yeni şiir akımının önde gelen temsilcilerinden biri oldu.
Euripides, W. Shakespeare, A. Çehov, B. Brecht, A. Miller, E. lonesco, J. Steinbeck, T. S. Eliot, H. Ibsen gibi yazarlardan otuzun üzerinde oyun çevirdi. Bu oyunlarının pek çoğu özel tiyatrolarca sahnelendi. Birçok şiir antolojisi de hazırladı.
Edith Hamilton’dan Mitologya çevirisiyle TDK 1965 Çeviri Ödülü’nü kazandı. “İçime Çektiğim Hava Değil Gökyüzüdür”(1966) adlı kitabıyla 1967 Yeditepe Şiir Ödülüne, 1979’da çevirileri nedeniyle Macaristan Halk Cumhuriyeti’nce verilen Endre Ady Ödülü’ne, “Alleben Öyküleri” adlı öykü kitabıyla 1991 Yunus Nadi Ödülü’ne, 2014 yılında “Bir Adın Yolculuktu” adlı kitabı ile Melih Cevdet Anday Şiir Ödülü’ne değer bulundu.
Ben sana teşekkür ederim, beni sen öptün.
Ben uyurken benim alnımdan beni sen öptün;
Serinlik vurdu korulara, canlandı serçelerim;
Sen mavi bir tilkiydin, binmiştin mavi ata.
Ben belki dün ölmüştüm, belki de geçen hafta.
Sen bana çok güzeldin, senin ayakların da.
Ülkü TAMER