Burçin Aybars
Özel bir proje için İstanbul’a gittim geçtiğimiz hafta... Fakat Gezi Parkı olaylarından dolayı projemiz iptal oldu. Ben de kendimi fotoğraf makinem ile birlikte Gezi Parkı’nda buldum. 31 Mayıs’ta gerçekleşen olaylardan bir hafta sonra oraya gittiğim için ortamın sakin, çatışmalardan arınmış ve günlük hayata geri dönmüş şeklinde bir beklentim vardı. Fakat oradaki durum hiç de öyle değildi.
İstiklal Caddesi’nden Taksim Meydanı’na doğru uzanan manzara bölgenin bir çatışmadan çıktığını anlatıyordu. Mağazaların kırık camları, her duvarda Recep Tayyip Erdoğan ve AKP aleyhine yazılan sloganlar ve en önemlisi insanların yüzlerindeki o soğuk ifade...
Yılda en az iki kere İstanbul’a, Taksim Meydanı’na giderim. Nostaljik tramvayın zili simitçilerin sesleriyle karışır, buna araba kornaları eklenir, ellerinde dondurmalarıyla güvercinlerin peşinde koşan çocuklar insanın içini ısıtırdı. Bu sefer atmosfer çok daha farklıydı. Meydana girdiğim zaman şüphesiz dikkatimi çeken ilk şey Atatürk Anıtı’nın sendika ve muhalif parti bayraklarıyla donatılmasıydı. Polis meydana giremiyordu ve meydanı özgürlük sloganları inletiyor, aranan özgürlüğü her yere çizilen resimler de anlatıyordu.
Eylemciler amaçlarına ulaşabilmek için olaylarda yakılan ve zarar gören otobüsleri, polis araçlarını ve özel araçları meydanın girişlerine çekerek polisin olası müdahalesine engel olması gerçekten düşündürücüydü. Hal böyle olunca hükümete protestolarda bulunan tüm örgütler Gezi Parkı içerisinde kendi alanlarını oluşturarak kendi imkanlarını kullanmaya başlamışlar.
Yoğun kalabalık, toplumun ilgisi ve sayıları her gün artan bir direnişçi ordusu doğal olarak parkta bazı ihtiyaçları doğurmuş ki park içerisinde ücretsiz kitap temin edilebilen bir kütüphane, yine ücretsiz yemek dağıtılan bir yemekhane ve eylemler sırasında halkın yararlanacağı bir revir ve ufak çapta bir itfaiye servisi oluşturulmuş. Üstelik bu genel ihtiyaçların yanında sanatçıların ortak destekleriyle sanatsal faaliyetler ve “Devrim Müzesi” adı altında eylemleri anlatan içerisinde fotoğraflar ve farklı materyallerin bulunduğu bir de müze mevcut...
Üç günlük Gezi Parkı maceramın ilk gününde parktaki yürüyüşümü tamamladıktan sonra aklıma bir konu takılmıştı. Sınırlarıyla, ihtiyaçlarıyla hatta vatandaşlarıyla ayrı bir ülke kurulmuştu, peki bu ülkeyi kim yönetiyordu. Böylesine bir yapı oluşturmak bir kontrol noktası gerektirmiyor muydu? Bunun üzerine biraz düşündükten sonra konunun üstünde çok da düşünmemem gerektiğini anladım. Çünkü cevap basitti. Aynı hedefler ve birliktelik, uyum içerisinde çalışma mekanizması ile birbirleriyle oturup anlaşmaya gerek duymadan takım ruhu çerçevesinde çalışıyorlardı. Sanatçısından doktoruna, mühendisinden öğrencisine kadar herkesin el birliği içerisinde çalıştığını görmek, gerçekti ve göz doldurucu bir duyguydu...