Neriman Cahit
Bayramlar… Bayramlarımız…
Hani o… insanların çocukça sevinçleri, sevgileri paylaştığı… Hani o… yürek yürek birbirine aktığı… Hani o… hoşgörü, sevinç ve mutluluğun pamuk şekeri gibi pespembe, bulutumsu bir uçuklukla gözden, gönülden ve elden ele dolaştığı… Hani o… “Bugün bayram… Bütün kinlerin, öfkelerin ve kavgaların unutulduğu, bağışlandığı… Uzak – yakın bütün insanların birbirine kucak açıp sevgiyle sarıldığı günlerdir.” diyerek yüreklerin yere-göğe, insana, sevgiye, paylaşıma açıldığı günler…
Bayramlar… Bayramlarımız…
Bize insan olduğumuzu, sevmeye, sevilmeye, yaşamaya, bağışlayıp, mutlu olmaya ihtiyacımız olduğunu en çok duyuran günler…
Ama, artık çok gerilerde kaldı öylesi günler… Artık sadece anılarıyla avunduğumuz…
MASAL TADINDAYDI…
Bir bayram arifesinde, o günlerde yaşananların yeniden anımsanması… yaşları o günlere uzanmayan gençlere de, o güzelim bayram günlerinin rengini, kokusunu, anılarını birer bayram şekeri ve gülsuyu niyetine / niyetiyle… eski bayram günlerinin anılarını armağan eyleyelim… Kabul ola ve güzel bayramlar dileğiyle…
Uzun, nostaljik bir yolculuğa çıkalım…
Bizim çocukluğumuzun bayramlarına… Bizim çocukluğumuz II. Dünya Savaşı’nın hemen ertesiydi. İngiliz sömürgesi olduğumuz için biz de savaştan payımızı almış; Alman’a karşı savaşın İngiliz İmparatorluğu’nun Akdeniz’deki çok önemli Üssü’nde Alman uçakları ve denizaltılarının ağır kuşatması altında çok sıkıntılı ve yokluk içinde günler geçirilmiştir… İşte öylesi günlere denk gelen çocukluğumuzun bayramları… yokluklar ve işsizlik nedeniyle de – biz çocuklara ve çocukluğumuza da – “yokluklar” olarak yansıyordu doğal olarak…
Ama ne gam… Elde olanla yetinmek ve gerçekten de mutlu olmak… olabilmek vardı o günlerde… Özellikle köylerde kadının üretkenliği had safhadaydı. Her evde kurulu bir tezgah vardı… Analarımızın dokuduğu bezler hem ekmek olarak evimize dönüyor hem de artan kısımlarından bize entari, erkeklere gömlek, hatta pantolon yaparlardı. (O günlerde ekmek, un, yağ, şeker gibi çok kısıtlı bulunan kumaş da kupon ileydi… Ama, o zaman para nerdeydi ki kupon alınsın..)
Analarımızın tezgahı yaşamımızın üretim kaynağıydı… (Bez dokuyor annem taa gece yarılarına / tezgahın sesi bir yaralı kuş / gidip geliyor… gidip geliyor / çocukluğumun uykularına (…) Hodu, Eleni, Girye Gosda / bu dokuduğu bez annemin / yirmi arşın olacak – bir top - /ha bir gayret / artır anne… / Artacak mı anne… / Artacak artacak, sana bir entari çıkacak / Alaca entarim… güzel entarim olacak / giyip hobbalara gidecem… / Ellerin evimizin dinginliğini dokuyor anne / usul usul…)
Eğer dokunan bez çok ince ve sık yollu ise erkek (çocuk, baba, dedeye) “kavuşturma” (yakasız, cebi içerde erkek gömleği)… Seyrek yollu ise, “gömlek” yapılırdı. Erkekler – özellikle belli bir yaşın üstündekiler – “takke” giyerlerdi. Dedemi anımsıyorum bir “gündelik” takkesi vardı, bir de bayramlarda giydiği “yabanlık” takkesi. Yine elde işlenmiş (kendilerinin yün ya da pamuktan eğirip işledikleri, türlü motiflerle işledikleri çoraplar ve “uşkurluklar” vardı. (Bunlar, özellikle de, hali vakti yerinde olanların çok çeşitli ve gerçekten birer sanat eseri sayılabilecek örnekleriydi.)
Şimdi şu satırları yazarken… dedem, o güzelim işli “Bayramlık takkesi” sadece özel günlerde giydiği pırıl pırıl siyah dizliği, sevgiyle gülümseyen dişsiz ağzıyla… Ve nenem… kendi elleriyle dokuduğu “yedirme” entarisi ve binbir oyalı yemenileriyle Alaca ama hep tertemiz giysileriyle analar, neneler /, abalar, genaplalar gülümseyerek geçiyorlar gönül gözümden…
BAYRAM HAZIRLIKLARI
Bayram hazırlığı neredeyse üç hafta önceden başlar, özel günlerde kullanılan sakız gibi bembeyaz minder örtüleri yeniden / geceden köfüne basılır, tokuçla dövüle dövüle yıkanır, avlunun bir kenarında altına atılan odunlardan parlayan ateşle, fokur fokur kaynayan kazanda kaynatılır, çivitlenir ve serilerek biraz tepserince toplanıp, elle sıkı sıkı sıvazlanarak dürülür, arife günü minderlere yazılır, biz çocuklara da yanlarına dahi yaklaşmamamız konusunda sıkı sıkıya tembih edilirdi. (ola ki kirletmeyelim!)
Arife günü temizlik had safhaya çıkar, evin yıpranmış mermerleri bir kez daha ovularak pırıl pırıl edildikten sonra, parlatılma sırası biz çocuklara gelir, bir gün öncesi yıkanmış bile olsak… ya aşevinin ya da ayakyolunun (tuvaletin) bir köşesine konan leğenin içine oturtularak sıcak suyla yarı haşlandığımız – içine mersin dalı atılmış tür tür tüten - arife suyuyla yıkanırdık.
(Şehere geldikten sonra artık küçük bir hamamımız ve arife günleri de gittiğimiz, “Büyük Hamam” olacaktı.)
Kadınların işi gerçekten çok zordu. Zaten, Ramazan nedeniyle, evlerde yaptıkları, “el makarnası, şehirge, sütlaç, samsı, börek, lalangı, katmer, sütlü erişte ve tarhanaya ek olarak… Bayram için çörek, lokma, simit helvası, sini katmeri, çorçolikya yaparlardı. Özellikle de, arife günü kocaman hamur teknelerinde hamur yoğrulur, sısamlar ağartılır, karacocollar ağartılır, bir fırın ekmeğin yarısı bu kez çöreklere, kafeslere, badadez kebabı ve sini katmeri sinilerine ayrılır, özellikle biz çocuklar için, türlü şekillerde yapılan özel “bullalar” bizim için bir masalın giriş cümleleri gibi olurdu…
VE DEVAM EDERDİ MASAL
Değindiğim gibi, o zaman – Rum olsun, Türk olsun – Kıbrıs’ta çok büyük bir yoksulluk vardı. Çocukların çoğu okula nalınla ya da yalın ayak giderdi. Sırt baş olarak da, anası “çulha” (bez dokuyan) olanlar alaca, çoğunlukla da büyüklerin eskilerinden kesip yapılan giysileri giyerlerdi. Yılda bayramlar nedeniyle yeni bir elbise ve bir çift ayakkabı yüzü görülürdü. Ayakkabıları da Şeher’e giden birine, ya da şöföre çocuğun ayağının uzunluğu kadar kesilen bir çirpi verilip ona göre ısmarlanırdı. (Gelen ayakkabılar da doğal olarak ya sıkı ya da bol olurdu ama sesimizi çıkarmaz giyerdik… Zaten bayramdan sonra öbür bayramda giyilmek üzere kaldırılıp saklanırdı…)
Arife geceleri çok çok özeldi… Bir kere yepyeni, mis gibi gön (deri) kokan ayakkabılarımız… ya annemizin kendi elleriyle dokuduğu bezden ya da tavuk, yumurta, un, hellim v.b kendi ürettiğimiz şeyler taksit taksit verilip köye gelen “Çerçi”den alınan “basma, tobralko, hakiden” yepyeni, renk renk, çiçek çiçek elbiselerimiz… Arife suyunda yıkanmış pırıl pırıl pespembe yanaklarımız… Ve… Ve dört gözle beklediğimiz, arife gecesi yakılan kınalı ellerimiz vardı. (Bir başka törensel sevinçti o kınalamalar… bazen avcumuzun içine koyduğumuz yapraklarla binbir şekle ve sevince dönüştürdüğümüz… ‘Acaba tutacak mı’ diye sabahı güç bulup birbirimizin ellerine maşrapalarla döktüğümüz sularla yıkadığımız, sonra çığlık çığlığa yıkadığımız o müthiş büyü… Günlerce koklayarak çoğaldığımız, çoğalttığımız…
Ve taa “gelin kınasına” dek uzattığımız hayal yolculukları… Arife gecesi sıkı sıkı kucağımızda uyuduğumuz potinlerimiz ve cici entarimiz…
***
Annemin bize pek uygulamadığı (ama bizim hep uygulamasına yanıp tutuştuğumuz) bir alışkanlık daha vardı: Bayram sabahı çocukların gözlerine sürme çekme…. Bizim evde yoktu öyle bir adet ama, yaşlılardan ve yaptığım röportajdan öğrenmiştim: Bir kaba zeytinyağı konur, pamuktan yapılmış bir bez parçası bükülerek fitil yapılır, yağın içine konur, fitil yakılıp, üzerine kara bir saç örtülür, sacın bir tarafına küçük bir taş konarak hava girmesi sağlanır, yağ yandıkça çıkan isler sacın iç tarafında toplanır; sonunda bu isler tavuk kanadıynan sıyrılarak bir kumaş boğumunun içinde toplanır, bu iş için yapılan özel küçük değneciklerle çocukların gözüne sürme çekilirdi. Bu iş çoğu ailelerde çocuk doğarken başlardı. (Böylece çocuğun gözleri iri ve güzel olurmuş.!)
Hala hatırlıyorum, upuzun bir de çizgi çekilirdi çocuğun gözünün yan tarafına… Çizgi ne kadar uzun olursa çocuk büyüdüğünde uzağı o kadar iyi görürmüş…
***
Sadede gelirsek: Mutlu huzurlu bayramlar…
Ama, her şeyden önemlisi…
Bayram tadında günler… Sevgili okurlar...