Kıbrıslı Türk muhalefet hareketleri açısından bir dönem bariz şekilde kapandı. Ne yazık ki bu tartışılıp konuşulmuyor, üzerine düşünülüp yeni fikir ve yollar bulma çabasına girişilmiyor. Bu bir iddia değil, bir sürenden beridir yaşadığımız, eksikliğini hissettiğimiz ve hatta bu ‘son duygusunda’ boğulduğumuz bir zemin haline geldi.
Annan Planı sonrasında kısa süre içerisinde serpilen ve gelişme potansiyeli taşıyan tüm hareketler, ister sendikal olsun ister dernek, parti ve örgüt olsun, artık bir muhalefet örme, kurucu bir motivasyon yaratma veya toplumsal bir atılım yapma kabiliyetini kaybetti. Bu konu uzun uzun tartışmaya değen bir konu, fakat sendikalar yozlaşarak, partiler kabuk değiştirerek ve sistemle uzlaşarak, irili ufaklı sol örgüt ve partiler ise kabuklarını kıramayıp içinde sıkışıp kaldıkları fanuslarda aynı ezberleri tekrarlayarak bir dönemin sonuna ulaştılar. Özellikle 2008-2012 arasında yükselen toplumsal mücadeleler 2012'den itibaren dalga dalga geri çekildi. Bu dalga ile birlikte net bir şekilde son 5 senede kurumsallaşmış ve geleneksel örgüt-parti-dernek gibi yapılar da en basit tanımıyla yaşanan toplumsal dönüşümlere cevap verme konusunda yetersiz kaldılar.
***
Bu durumu sadece örgütlerin üzerine yüklemek haksızlık olur. Aynı şekilde bu geri çekilme dalgalarıyla birlikte toplum içerisinde başka dalgalar kabarmaya başladı. Aynen dönemin ruhunu yansıtırcasına bireysellik, bencillik, dayanışma bağlarının gevşemesi, ortaklıkların ve ortaklıklar çevresinde bir araya gelme potansiyellerinin kaybolmaya yüz tutması; örgütlenme ve bir arada eyleme alışkanlıklarının yerini kişi kültü ve sosyal medya kahramanlıklarının aldığı bir dönemden de geçildi. Hala geçilmekte. Böyle bir bağlamda bir yandan örgütlemeye müsait sosyal içerikli bir zemin ortadan kalkarken diğer yandan da örgütsel yapılar gittikçe kapalı, güvenilmez ve yozlaşan kurumlar haline geldi.
***
Çürüme hali sadece kktc devleciğinin kurumlarına değil, aynı zamanda toplumun geniş kesimlerine kadar sirayet etti, ulaştı ve yayıldı. Fakat aynı zamanda toplum içerisinde koca da bir boşluk açıldı. Kurumsal muhalefet boşluğu!
Dolayısıyla bugün bir dönemin kapanışının adını koymadan içinden geçtiğimiz bu dönemi gerçekten anlayamayız. Altını çizerek söylüyorum, bu mesele pek çok boyutu ile tartışılmaya değer bir konudur. Ama artık 2010'ların muhalefet tarzlarının bu dönemin mücadelelerine ışık tutamayacağı çok net. Nasıl ki 2000'lerin mücadeleleri 2010'ların mücadelelerine ışık tutamadıysa.
***
Kurumsal muhalefet boşluğu var demek muhalefetin veya yeni toplumsal hareketlerin ortaya çıkmayacağı anlamına gelmiyor. Son 5 yılda yaşadığımız deneyimlerde gerek kendiliğinden, gerek reaksiyoner gerekse de sosyal medya odaklı küçük çaplı isyan dalgalarının var olabileceğini gördük. Reddediyoruz Hareketi, Dağ yolundaki ölümlü trafik kazasının ardından patlak veren eylemler, 22 Ocak olaylarının ardından sokaklara çıkan binlerce insan ve şimdi de “Yol Yoksa Seyrüsefer De Yok” hareketi bu isyan dalgalarının birer göstergesi. Bu hareketlerin en temelde ortak iki yönü var.
Bunlardan ilki tümünün de reaksiyoner, tepkisel ve öfke patlamaları şekilde hareketeler olması. Ya Türkiye'den ve hükümetlerce dayatılan hayat tarzına müdahale uygulamalarına karşı, ya trafik kazaları gibi yaşanan trajik olayların ardından patlak veren öfke ile sisteme ve partilere karşı, ya da Kıbrıslı Türkler'in kimliğine yönelik AKP'nin yaptığı açıklamalara ve hareketlere karşı ayaklanmalar! Ve şimdi de belki de son 5 yıllık süreçte ilk kez ekonomik bir nedenden dolayı halk öfkesini önce sosyal medyada sonra da sokakta gösteriyor. Kuşkusuz bu aynı zamanda insanların ödediği verginin karşılığını almak istemesi ve çağdaş bir yaşam talep etmesi ile de ilişkili. Bu özelliği ile hareketler, bir yandan öfke patlamaları olarak cereyan ederken diğer yandan da kurucu veya dönüştürücü bir potansiyele evrilemiyor. Çünkü kısa sürede sönüp dağılıyor...
Bu hareketlerin ikinci temel ortak özelliği ise temsil edilemez oluşları. Yani herhangi bir kurumsal yapılanma ile bağları olmaması, hatta tam da bundan dolayı partilerden sendikalara kadar kurumsal ve geleneksel yapılara dair duyulan güvensizliğin de kolektif dışa vurumu olmaları. Dolayısıyla söz konusu öfke patlamaları sadece sisteme veya hükümetlere değil, aynı zamanda da bu sistem ile bağdaştırdıkları tüm örgüt-parti-sendikalara dair de yönelmiş oluyor. Ki bu öfkenin haksız bir öfke olmadığını anlayabilmek lazım. Çoğunluğunu yeni jenerasyonların, özel sektör çalışanı Kıbrıslı Türk ve Türkiye göçmenlerinin oluşturduğu bu güvencesiz ve kırılgan hayat koşullarına sahip 'çokluk', pek tabii ki artık ayrıcalıklı bir orta sınıf karaktere bürünen sendikalara ve hiç bir güvenilirliği kalmamış partilere öfke duyacak. Çünkü yaşamları gittikçe kırılganlaşan ve ne bugününe ne de geleceğine dair tasarımlarda bulunabilen, güvencesiz kalabalıklar kendilerini sürekli kandırılmış ve siyasal alanın dışına itilmiş hissettikçe, kurumsallaşmış siyasal alanda olanlara yönelik de hınç ve öfke besleyecektir.
***
Bugün “Yol Yoksa Seyrüsefer De Yok” hareketi tam da böyle bir zeminde şekillenmekte, sözü dinlenmemiş, öfkesi duyulmamış, acısı ciddiye alınmamış, kaygısı küçümsenmiş, varlığı yok sayılmış kesimler kendi yollarını ve deneyimlerini yaratarak meydana çıkıyor. Belki bu hareket de diğer hareketler gibi patlayıp ardından sönüp gidecek. Belki başka bir yere evrilecek. Birincisi daha güçlü bir olasılık. Fakat tüm bu öfke patlamalarını aslında gelmekte olanın artçı şokları olarak değerlendirmek lazım. Ve ekonomik kriz koşullarının devam etmesi bu artçı şokları daha da hissedilir kılmakta.
***
Bir süreden beridir, toplum içinde kendiliğinden hareketlerin daha da sıklaşacağını ve bu öfke patlamalarının daha da yaygınlaşacağını düşünmekteyim. Bunu paylaşan başka pek çok kişi de var. Toplum bir yandan nüfus, kısa yoldan zengin olmalar, kriminal olaylar, statü düşkünlüğü, sendikal ve partisel yozlaşmalar doğrultusunda içten içe çürür ve kendi içine doğru kapanırken; diğer yandan da tüm bu yaşananları sindirememenin getirdiği isyan nöbetleriyle öfkesini sokaklara taşımakta.
Çıkıp da bu düzenin yaratılmasına ortak olan kesimlerin tüm bu yaşananları anlayamayıp toplumsal seferberlik beklemesi de; kendi kabuğunu kıramamış, dogmatizmlerinde sıkışıp kalmış kesimlerin bu yaşananlardan devrimci bir hareket devşirmeye çalışması da, hatta sendikal bürokratların bu tarz eylemleri küçümsemesi ve önemsememesi de oldukça komik kaçıyor. Aslında tüm geleneksel yapılar gelmekte olan karşısında acizliklerini dışa vurmaktan edemiyorlar.
İçinde bulunduğumuz süreç bir yandan geleneksel yapıların hızlı bir şekilde daha da işlevsiz ve güvensiz hale geleceği bir süreç olacak. Fakat öte yandan ise temsile gelmeyen yeni sosyal patlamaların yaşanacağı da bir süreç olacak. Buradan pek tabii ki sosyal adalet, özgürlük ve eşitlik doğrultusunda bir potansiyel de yükselebilir, ama kuvvetli bir olasılık da faşizm ve polis devleti tarzı bir olasılık da çıkabilir.
***
Gelmekte olanı kestiremiyoruz, elimizde hazır reçeteler ve ezberlenmiş sloganlar yok. Fakat kesin olan bir şey var. Katı olan her şey hızla buharlaşıyor.