Kaya Çanca’ya
Şairler öğretti bana evinizin yolunu. Bir çiçeğin kana büyümesi gibi olmalı bir yolun; bir yolcuya anlatılması. Ne gökyüzünü toplayabildim gelirken evinize, ne de hafızanın dar kutuplarında gezinen dizelerinizi. Derelerin kuraklığıyla aktım anayurdunuza. Ve kanatlarımı içime büktüm. Sırtımdan uçuştu güne; lirik kelebekler.
Tozu dinmemiş bir avlunun rüzgârı karıştı bileklerimize. Kozmopolit bir sessizlikti her yana sinen çığlık. Zeytin ağacı, geniş avlu ve yardımcı odalar sordu sizi. Sorularına sorularla cevap verdim. Biraz bakıştık. Bakıştıkça ürkek hareketlerle yaratıldı geçici düzen. İp sıra bir dinleyiciye dönüştü kâinatımız. Mikrofon tanıştı derimizin altına işleyen şiirlerinizle; dört farklı dilde.
Ürkek bir bekleyiş geçiyor evinizin eşiğinden. Bu sizin yıldızlara yakınlığınızı hatırlatıyor bana. Van Gogh resmetmeli bunu. Gündüzcül renkleri geceyle besleyerek ve beleyerek; seslerin arkasındaki kuş seslerini katmayı ihmal etmeden. Yaştaşız. Üçümüz de. Basit ve yalın, ama; dünya üzerimize geliyor. Siz, intiharı başardınız. Ben, korkağım, başaramadım. Ve başaramayacağım gibi görünüyor. Bu dünyadaki bütün ikiyüzlülükleri, bütün sinir-krizlerini, tiksintiyle taşıdığım vücudumda; yaşayacağım gibi geliyor. Bunu hissetmek acı. İsimsiz bir acı.
İmge ve hayal: Ruhun alt-damarlarındaki iki kardeş olmalı. Bunu bana gözlemci adımlar hatırlattı. Çiçeksiz, toprağın çatladığı bahçenizde attığım gözlemci adımlar. Bir ülkeyi baştan sona değiştirmeye yetecek; aç ve susuz adımlar. Adımlar ve adlar: Bir vakitten sonra birbirinden ne kadar da ayrılıyorlar… Gördüm. Gözlemliyorum bu toz sarısı köyde farkına varamadıklarımı. Keşfettiğim her yenilik; yeni bir sancı ve sanrı.
Parçalar ve manzaralar; birbiriyle karıştıkça güneşin giremediği gözkapaklarımda. Bir kış gecesini andım; sesinizin, soğuğu bölüp odanın dört yanına yayıldığı; parlak baskılı harflerle. Dizkapaklarımın bağı çözüldü. Bedenimle emişen sandalyeden fırlayıp arka kapınızdan aktım lingiri ya da saklambaç oynadığınız sokağınıza. Ne bir çocuk gördüm sokağınızda; ne de kurutulmuş hüzünleriyle bir yürüyen. Sadece; Bach’ın ezgileri akıyordu çatallanan yolun uçsuz-bucaksız dalgınlığına. Dinledim. Dinledikçe; içime çektim yaktığınız şiirlerin kokusunu. Ekmek tüten çocukluk gibiydi.
İtiraf ediyorum: kliptomanik gözlerimle bir iki tur attım evinizin etrafında. Saçlarından hüzün akan kadınlara sordum odanızı. Evinizin salonunda; kimselerin duymadığı bir mızıka fısıldadı kulağıma. Biliyorsunuz: Yazmıştım size aylar önce; sohbet ettiğimi intiharla. Dolabınıza, fotoğraflarınıza, masanıza baktığım an; yok oldu gözlerim. Koşarak kaçtım kerpiççe konuşan odanızdan. Ve taş duvarın gölgesine sığındım. Mihrimah mı daha yakındı, çocukluğun yolculukları mı, içime uzanan yol mu, bilemedim. Tüm gün ensemi yakan Güneş Tanrısı’na da soramadım bunu. Koyu gölgenin kucağında; siz, tütsülü bir dil ve gençliğim; ördük üç farklı intiharın saydam saçlarını. Kimse varmadı farkımıza.