Yılmaz Akgünlü
yakgunlu@yahoo.com
Bu dünyada bir insanın en çok bilmek istediği ama en az bildiği şey nedir diye sorsanız ben bizzat kendisidir derdim. Beş yaşlarındaydım, ailece uzak bir şehire yolculuğa çıkmıştık. Hasta olduğumu, epeyce ateşlendiğimi hatırlıyorum. Bu hastalık halinde bende çok derin bir etki yaratan ve hâlâ hatırlayabildiğim garip bir şey oldu. Ateşlenmemin de etkisiyle ait olduğum ya da konumlandığım bir yerin olmadığı çok yaygın, engin bir bilince doğru yayılmıştım. Ben ne bir şeydim, ne de bir yerdeydim. Bu hissi anlatmak olanaksız ama bunun kimliksiz, olağanüstü bir sürüklenme hali olduğunu söyleyebilirim. Sanki o yayılmış bilincim ateşim geçince tekrar toplanmıştı ve beynim yeniden bedenime odaklı yaşamaya başlamıştı. Bu deneyimi ara sıra çok canlı bir biçimde hatırlarım ve bana kim olduğum konusunda çok farklı bir perspektif çağrıştırır.
Çoğu insana kim olduğunu sorsanız afallayıp kalır ve genellikle ilk anda isimlerini ya da mesleklerini söylerler. Bu cevabı kabul etmeyip de aslında gerçekte kim olduklarını sorsanız, bu defa da sahip oldukları diğer özellikleri ya da toplumsal rollerini sıralarlar. Peki bütün bunlar olmasa kimsiniz diye sorsanız, ya bunlar olmadan hiç olduklarını ya da kim olduklarının bundan başka bir anlamı olmadığını söyleyebilirler. Peki gerçekte bir insan nedir ya da kimdir? Bu sorunun bir önemi var mıdır?
Biz zaten kim olduğumuzu bilmiyor muyuz? İşte yaşayan, nefes alıp veren bir varlığız. Bu çok doğru, ancak yaşamak ne demek, nefes alıp vermek ne demek? Neden kendimizi çevremizdeki birçok varlıktan ayrı hissederiz? Nedir bizim yalnız başımıza doğan ve yalnız başımıza ölecek olan insanlar olmamızın, bu dünyadaki yaşadığımız her anı, her acıyı ve mutluluğu kendi kendimize yaşayacak olmamızın anlamı?
Oturup düşüncelere dalsak, kendi kendimize kim olduğumuzla ilgili düşünceler üretsek de bunlar netice itibarıyla, soyut kuramlar ya da kavramlar olduklarından bir noktadan sonra çok da tatmin edici olmazlar. Bu boğucu, yalıtıcı düşünsel etkinlikle kafayı yememek için genellikle düşünmeyi haklı olarak bir kenara bırakır ve günlük hayatımıza geri döneriz. Kim olduğumuzu bilmenin sadece düşünmek dışında başka yolları olabileceğini görebilmeliyiz ya da en azından bu olasılığı kabullenebilmeliyiz.
Bir insanın kim olduğunu belirleyen içinde bulunduğu toplumsal ilişkilerdir; insanlara verdikleri ve aldıkları, onlarla birlikte ve yalnız başında ürettikleridir, diyebiliriz. Bu çok da yanlış bir düşünce sayılmaz. Elbette bu tanımı genişletip içine birçok şey daha ekleyebiliriz. Yüzeysel görünse de insanlarla ve ‘çevresiyle’ kurduğu ilişkilere bakmak bir insanı anlamanın iyi bir yoludur. Sonuçta uzayda tek başına sürüklenen varlıklar değiliz. Bir çevre içinde doğduk, doğduğumuz çevrenin ve yaşadığımız şeylerin bir ürünüyüz elbette. Ancak burada bu çevrenin gerçekte ne olduğu ve yaşadığımız şeylerin ne olduğu konusu gündeme gelir.
Çevremiz ve yaşadığımız şeyler, algılamaya alıştığımızdan gerçekte çok daha farklı ve büyük olabilir. Bu nedenle de kim olduğumuz gerçeği de toplumsal işlevimizden çok daha büyük olabilir. Benim yaşadıklarım ve algıladıklarımca bu böyledir. Bir şeyi gerçekten algılamakla o şeyi düşünmek birbirinden oldukça farklı iki şeydir. İlk defa tren görmüş bir insanın ağzı açık şaşkınlıkla ona bakakaldığı anı düşünelim. O anda trenin bütün gürültüsü, devasa uzunluğu ve büyüklüğü, çıkardığı sesler, yaydığı kokular o trenin asıl gerçekliğidir. Oysa yüzlerce kez tren görmüş birisi bütün bu ayrıntılara pek de dikkatini vermez ve bu ayrıntılarla da büyülenmez. O bir tren gördüğünü düşünür. Trenin ‘hakikati’ onun için indirgenmiş ve yok olmuştur. Tren sadece onu bir yerden bir başkasına götürecek bir araçtır.
Şimdi aynı şeyi kendisini sadece düşünmeyen ama gerçekten ‘gören’ bir insana uygulayalım. Eğer o kişi aklındaki kavramsal kategorilerin etkisinden kurtulsaydı kendisi ve ‘öteki’ arasındaki ayrımı keskin bir biçimde duyumsamayacaktı. Böylece yaşadığı, gördüğü dışsal nesneleri kendisinden ayırt etmeyecek, kendi içinden geçen hayalleri, duyguları ve zihinsel akışı da dış dünyadan farklı görmeyecekti. Böyle tam bir algısal açıklık içinde olan kişi her şeyi olduğu gibi ve tam olarak bilip görse de bu durumda kendi kendisinin kim olduğunu algıladıklarından ayrı göremeyecekti.
Bana göre bir insanın kim olduğunu bilmesi bu dünyadaki en önemli, en değerli şeydir. Ancak kim olduğunu bilmenin bir tanımlama işi olmadığını da belirtmek gerekir. Yani kim olduğumu bildiğimde, yaşadıklarımdan ayrı duran bağımsız bir varlıktan bahsedilemez. Ben ne yaşıyorsam oyumdur. Bu noktada kendimizi deneyime sevk etmemiz çok önemli. Oturup kim olduğuma bakabilmeliyim. Belli bir düşünsel tavırla değil, bilmediğim bir şeyi arıyormuşum gibi değil. Ta en başından beri orda duran, benden hiçbir zaman eksilmemiş bir şeye bakar gibi. O şeyin varlığını en temiz açıklığıyla, hiçbir şüpheye yer bırakmadan bilmek olarak. Bitecek ve bulununca rahatlayacağım bir eylem değil, baktıkça daha da derinleşecek bir güzellik olarak.
O şeyi, ‘olduğum şeyi’ en temel, en güvenilir ve olağan, aynı zamanda en sevinç verici bir şey olarak yaşamak. Var olduğum şeyi, hem en içten sevgi ve paylaşım anlarında hem de en sade ve tek başına olduğum anlarda görüp yaşayabilmek. Hatta daha da ötesi, o şeyi görüp yaşadığını bile düşünmeyecek ölçüde o şey olmak. Gerçek aydınlanma budur. Kendimiz olduğumuz şeyle sonsuza kadar birlikte olmanın mutluluk verecek olması, çünkü o şey o kadar zaman dışı, o kadar doğal, kendiliğinden ve huzur verici ki, ondan ayrılmayı düşünemeyiz bile. Tıpkı yanında tam anlamıyla kendisi olduğumuz ve hiç sıkılmayacağımız bir dostumuz gibi.
Kendimizi bir toplumun, bir kültürün içinde buluruz. Bu kültür, bütün gücüyle bizi bir sis bulutu gibi sarıp kapsar ve bir süre sonra da sıkıp bunaltmaya başlar. Çünkü bütün toplumlar zorunlu olarak varoluşlarının devamını sağlayacak özel düzenlemelere ihtiyaç duyarlar. Bir toplum kendi özel tarihsel koşullarından dolayı zamanla bazı düzenlemeleri dayatmak durumunda kalır ve böylece değerler, kurallar, devlet, aile, gibi kurumlar ortaya çıkarmaya başlar. Toplumun bu boğucu atmosferini dağıtacak etki genellikle toplumun kendisinden gelmez, çünkü bu toplumun varlığına ters bir şey. Toplum düzen kurup bizi onun bir parçası yapmakla meşguldür; bu nedenle iç dünyamıza sızan toplumsal baskıyı hafifletmenin ya da onun içinde bulunurken ondan en az etkilenmenin anahtarı kendi bireysel çabalarımızla mümkün görünmektedir. Din, felsefe ve sanat gibi kurumlar bu baskıyı ortadan kaldırmakta kullanılabilirdi, ancak zamanla onlar da toplumsal güçlerin eline geçtiğinden çoğu insan gerçek dine, sanata ya da felsefeye ulaşamaz hale geliyor. Çoğunlukla toplumca desteklenen sanatı ya da felsefeyi yaşayan ya da üretenler, kendi iç dünyalarındaki hakikatlerden beslenemiyorlar, sonsuzlukla bağlantıları kesiliyor ve böylece yarattıkları ürünlerde toplumsal bilincin uzantısı olan yapay şeyler olmaya başlıyor. Yarattıkları ürünler kasıntılı bir özbilinçliliğin, düşünüp taşınarak ya da taklit edilerek yapılmanın izlerini üzerlerinden atamıyorlar. Bu yüzden de evrensel değerler haline gelebilen sanat ve düşün ürünleri son derece kısıtlı kalıyor.
Durum böyle olunca, gerçek sanatı ve felsefeyi, zorlama ve yüzeysel olanından ayırt edecek bir duyarlılığa kendi kendimizi yükseltmemiz gerekir. Bunu ancak biz de kendi derinliklerimize indikçe, sanatçının ya da filozofun, şairin iç dünyasındaki sancıları yaşayıp, hayatın amansız açmazlarıyla bizzat karşılaştıkça başarabiliriz.
Kim olduğumuzu ve bu dünyada yaşamanın anlamını ve derinliğini keşfetmek sadece toplumsal kalıp ve ilişkileri temel alarak onlardan yola çıkarak başarılamaz. Çünkü bir toplum her zaman bir dünyada, bir dünya da bir evrende bulunur. Yani toplumu ortaya koyan ne varsa, o bir dünyanın, bir evrenin varlığından ayrı düşünülemez. Bir zemini olmayan, üzerinde konumlandığı bir toprak parçası, ormanları, otlakları olmayan, bir atmosferle çevrelenmemiş bir toplum olabilir mi? Ancak biz her nedense her zaman var olduğundan, ya da bize koşulsuz bir şekilde destek vermesinden olsa gerek, üzerinde var olduğumuz bu evrensel zemini kim olduğumuzu algılayışımız bağlamında hiçbir zaman göz önüne almayız. Oysa onun yasaları bizim de yasalarımızdır. Ve hiçbir toplumsal yasa, doğanın yasalarının üstüne çıkamaz. Bir insan ne kadar büyük bir toplumsal güç kazanırsa kazansın bu onu ölümsüz yapmaz, hastalıklardan ve yaşlılıktan kurtaramaz. Ayrıca kimse ne kadar büyük bir güce kavuşsa da kendisinin ya da yakınlarının başına hiçbir kötülük gelmeyeceğini garanti edemez. Doğa ya da bizleri çevreleyen evrensel güçler bizden de toplumdan da çok daha güçlüdürler. Bizim bu güçler karşısında yapabileceğimiz en iyi şey onu anlamak ve eğer kaçamıyorsak doğanın yasalarına uymaktır. Aslında bu yasalara uyma işi toplumsal yasalar gibi zorunluluk icabı değildir, aksine içimizde işleyen doğanın yasaları kendiliğinden akışımızda her an değişen durumları özümseyip onlarla akmak demektir. Yorgunsam dinlenmem, canım sıkılıyorsa yaratıcı ve üretken işlere girişmem, içimden gelen sevgiyi, öfkeyi ifade etmem, karnım acıkınca bir şeyler yemem gibi. Bu pasif bir süreç değildir; en yüksek düzeyde yaratıcı olduğum, yaşamın zorlu sorunlarına en güçlü tepkileri verdiğim anlarda da ben kendimimdir.
Kısacası bir insanın kim olduğu sorusunun temel katmanı onun doğal ve evrensel bir varlık oluşudur. Bundan daha da temel olanı bir insanın varlığının boşluktan doğuyor olmasıdır. Boşluk bu bağlamda hiçbir şey olmamak olarak anlaşılmamalı. Bir evrende ya da doğada bulunuşumuzun çok temel bir olgu olduğunu söyledik. Ancak aynı zamanda deneyimimizin en saf ve hakiki algılanışı bir deneyimin her zaman boşluktan doğduğunu gösterir bize. Bu bir düşünce değildir, deneyimlenebilir bir gerçektir. Herhangi bir deneyimin yaşanabilmesi, duyumsanabilmesi için onu çevreleyen bir boş deneyimin olması gerekir. Bütün varlıklar için böyledir bu. Her varlık onu çevreleyen bir arka planda algılanabilir, ancak eğer bütün varlıkların toplamını çevreleyen boşluk olmasaydı varlıklar varoluşa gelemezlerdi. Varlıkları onlarla ilgili deneyimimizden ayırmıyorum. Biz onları algılamasak da var olurlar ya da olmazlar gibi kısır bir tartışmaya girmek değil niyetim. Daha basit ve deneyimlenebilir bir olgu olarak şöyle söyleyebiliriz: Bir şeyi deneyimleyebilmem için o şeyle aramda bir mesafe, bir tür boşluk olmalıdır. Bu boşluk gözle görülür değildir, çünkü doğası gereği boşluk boştur. Ama bu boşluğun “olmadığı” anlamına gelmez. Nefes alış verişimizdeki boşluklar gibi, tam nefes verdiğimde ya da almam bittiğinde kısa bir an durur nefes. Ya da bir tekerleğin ortasındaki boşluk gibi, o boşluk olmasaydı tekerlek dönemezdi değil mi? Tekerleğin ortasındaki boşluk tam da boş olduğu için tekerin sonsuza dek dönmesini sağlar. Yoksa bir tekerleğin dönebilmesinin başka bir yolu olmazdı. Sıfır kavramı da boşluğa harika bir başka örnektir. Sıfır gerçekte hiçbir şey demektir. Hiç olmayan bir şey, belki de en anlamsız ve en boş sayı. Ama bakın o bir yandan da en değerli sayıdır, sıfır olmasaydı bir milyonu, milyarı ya da çok daha yüksek sayıları nasıl ifade ederdik? Tam da hiçbir şey olmadığı için sonsuza kadar sayı üretebiliyor sıfır. Hiçlikle sonsuzluğun nasıl el ele olduğunun matematiksel sembolü.
Bazen bir çocuk bize harika bir soru sorar. Peki evren bir yerde biterse oradan sonra ne vardır? Çoğumuz en azından bir kez olsun bunu düşünmüşüzdür. Çocuğun o en saf merakıyla sorduğu soru aslında en önemli sorudur. Bilim adamları evrenin belli bir büyüklüğü olduğunu söylerler. Peki ama ya evrendeki son galaksiye gitsek ve oradan sonuna yolculuk yapsak bir duvarla mı karşılaşırız? Elbette böyle bir duvarı kabul edemeyiz. Çünkü o duvarında ötesinde, arkasında bir şey olduğunu düşünürüz. Bu boşluktur desek bile gene de onun hiç olmayan bir yokluk olduğunu düşünemeyiz.
Kim olduğumuz sorusu da gelip işte bu boşluğa hiçliğe dayanıyor. Nasıl ki adına ister evren deyin, ister tanrı, var olan şeyin bir sonu olamazsa, kendi varlığımızın da bir sonu olamaz. Hatta biz bizzat zihnimizin en derininde bu boşluğu yaşayabiliriz. İçindeki her şeyi boşalttığımızda, yani var olan hiçbir deneyimimizi tutup bu benim demediğimizde ve görüp algıladıklarıma da geçici görünümler gibi baktığımda zihnin özü bu sonsuz boşluktur. Elbette zihnimizin sonsuz boşluğunu deneyimleyebilmek için sonsuz okyanusa açılan gemicinin cesaretine ve umuduna sahip olmamız gerekir. Sonsuzluğa doğru yelken açarken sonsuza kadar böyle gidemeyiz, bazen bir an gelir ve bir şeyle karşılaşırız; zihnimizin enginliğinde bir ses, bir çocuk, bir çiçek, somut bir his gibi ve bu karşılaştığımız şey bize sonsuz değerde görünür, ne kadar küçük olursa olsun sonsuz güzellikte ve değerde hissedilir. Boşluk öyle bir alan ki, burada konuşmamızın çok da anlamı kalmıyor, herkes bu boşlukla kendisi bizzat bütün yaşamı boyunca karşılaşabilmeli. Daha da önemlisi boşluğu yaşamını hakiki anlamda var etmek için kullanabilmeli. İşte boşluğun somutlaşması, günlük yaşamım içerisinde gayet elle tutulur bir hal alması da bu tutuma bağlı. En basit ve somut haliyle boşluğa yelken açmak, bilmediği yeni bir şey öğrenmek, yeni bir anı ve hissi yaşayabilmek gerek. Öğrenebileceklerimin ve olabileceklerimin sınırı olmadığını bilmek demek bu.
Boşluğun anlamını kavramak yaşamın gerçek anlamını kavramak demektir. Bu metafizik bir spekülasyon ya da kurmaca değildir. Boşluğu bir varlık gibi ele alırsak bu defa da boşluk düşüncesine tutunmuş oluruz. Boşluk dolar ve biz dolu bir bardağı boş sanarak içine yeni bir şey koymayı deneriz. Boşluğu hiçbir zaman tutamayız, o her zaman bizden kaçacaktır, ama onu tutmadan ona yer açmayı, onun etkin olmasını sağlamayı başarabiliriz. Boşluk ve varlık birbiriyle dans eden aynı gerçekliğin farklı iki yüzüdür. Boşluğu anlamanın ve kullanmanın, sanatta, siyasette, günlük pratik insan etkinliklerinde çok önemli ifade biçimleri, uygulamaları vardır. Sanatta, örneğin müzikte notaları minimal bir şekilde kullanırken, verilen boşluklar müziğin algılanabilmesini sağlar, bir müzik ne kadar popülistse o ölçüde boşluktan ve eslerden yoksundur. Savaşta iyi bir komutan ordusunu gerektiğinde geri çekerek, savaşmayarak yenmeyi başarabilmelidir. Siyasette diplomasideki başarıların ardında da boşluğu etkili bir şekilde kullanabilmek vardır. Günlük yaşamımızda örneğin acıkmadan yemek yememek boşluğu kullanmaktır. Midemiz boşalıp iyice acıktığımızda hem yemek daha keyifli hale gelir hem de fazla kilo almamış oluruz. Boşluğun varoluşunu anlamak, ona saygı duymak, yaşamın her alanında olayları zorlamayan, gerektiğinde geride duran, sakin, nefes alıp veren bir tutum takınmak demektir. O zaman olaylar çok daha güzel bir şekilde akacak, duygularımız, düşüncelerimiz ve dışsal olaylar birbirlerine uyumlanarak harika bir dans etkisi yaratacaktır.
Boşluk olmanın bu en derin temeliyle çatışan ya da onu inkar eden herhangi bir kimlik bize gerçek bir tatmin veremez. İşte toplumsal dil ve kuralların boyunduruğunda yaşayan bizlerin ilk anlaması gereken şey budur. Kendinin gerçekte kim olduğunu varoluşun her katmanında bulmadığın sürece kendini bulmuş sayılmazsın. Yani sadece bir anne baba, çocuk ya da arkadaş oluşunla yetinmemelisin. Bir meslek sahibi olmakla ya da toplumsal güç ve prestijle tatmin olmamalısın. Çünkü böyle yaparak bunları sana sağlayan toplumu oluşturan evrensel zemini inkar etmiş olursun. Daha da önemlisi evrensel zeminin arka planı olan hiçliği unutmuşsundur. Sen sadece bir gemide değilsin, o gemi de bir okyanustadır. Okyanusta oluşun gerçeğine gözlerini kapatarak kendini sadece bir gemide oluşuna inandırarak yaşayamazsın. O gemi bir okyanusta olduğuna göre, gemin batarsa yüzebilecek güçte de olman gerekir. Yüzebilmek, karaya çıkabilmek için de “kendi” kollarına, bedeninin evrensel bir madde olan suyun içindeki hareketine ihtiyacın vardır.
“Kendi” kollarına sahip olmak kim olduğumuzu anlama, doğrulama ve yaşama serüvenimizde en önemli adımdır, çünkü kendi kollarına, aklına, ruhuna sahip çıkmayan bir insan yaşıyor sayılmaz. Bazen bir rüyadayken koşmak isteriz ama bir türlü koşamayız, sanki bacaklarımıza hakim değiliz gibidir. Bu belki de günlük yaşamımızda bazı güçlerimizi kaybettiğimizi ve yeniden koşabileceğimizi, iç dünyamızda son derece özgür bir şekilde mutlu olabileceğimizi hatırlatan bir rüyadır. Belki alıştığımız için pek farkında değilizdir ama koşacak bacaklarımızın, bağıracak sesimizin, duyacak kulaklarımızın olması, yemek yiyecek, derdimizi anlatacak bir ağzımızın bulunması gibi yetilerimiz olağanüstü bir güzelliğe sahiptir. Hayatımızda zorluklarla karşılaştığımızda düşünüp yeni bakış açıları bulacak bir hayal gücümüz, sorunlar çıkmaza girdiğinde boş verme gücümüz, hiçbir çözüm bulamazsak yatıp uyuyup bize farklı dünyaları yaşatacak rüyalarımız var. İnsan öyle bir varlık ki en çaresiz anımızda içimizde her şeyin üstünde mutlu bir şekilde ışıyan bir ruh halinin, aşkın bir bilinçliliğin farkına varabiliriz. Bu sakin, aşkın bilinçliliğe ulaşmanın yolu sabırlı, ısrarlı, inançlı bir arayıştır. Bütün dertleri geride bırakan dingin ve apaçık bir zihne sahip olabileceğimize inanmalıyız. Kendimize sonsuz derecede güvenebilmeliyiz. Bu sadece dışsal konularda başkalarıyla ya da zorluklarla savaşarak mücadele edeceğimize olan güven değildir. Bu tam tersi, hiçbir şeyle kafa kafaya savaşmadan her şeyi yenebileceğimize olan güvenimiz ve inancımızdır.
Kendimize inanmazsak hiçbir şeye inanamayız değil mi? Kendimize inanmak her zaman güçlü, sağlıklı ve bilge olabileceğimize inanmak değildir. Kendimize inanmak yaşamdaki her şeyin dalgalandığını görebilmek demektir. Kimi zaman işler iyi gider ve mutlu oluruz, kimi zamansa dünya çekilmez gelir. Ancak hatırlamalıyız ki, bu böyle sürüp gidecektir ve doğru olan bizim bu gelgitlerden daha az etkilenmemizdir. Dünya dalgalanmıyor aslında, dünyadaki dalgalanmaya uyum sağlayamayan zihnimiz dalgalanıyor. Büyük bir gemideyseniz dalgalar sizi sarsamaz, ama küçük bir kayıkta en ufak dalgada bile mideniz bulanabilir. Kendi varlığımızı algılayışımız ne kadar büyük bir gemiyse, yaşamımızdaki olaylarda o ölçüde az dalgalandırır bizi. Bir zamanlar bir deveyle arkadaş olan bir karınca varmış. Bu karınca deveyle samimiyeti ilerletip onun iyi niyetini kullanarak sırtına binmiş ve istediği yere gitmesi için deveyi yönetmeye başlamış. Deve arkadaşını çok sevdiğinden onun isteklerine uyum sağlamış. Ancak bu durum karıncanın kendini çok zeki ve üstün olarak görmesine neden olmuş. Ve devenin yumuşak huyunu kötüye kullanıp onu küçümsemeye başlamış. Ben nereye istersem oraya gideceksin demeye başlamış. Deve karıncaya bir ders vermek için bir gün bir ırmak kenarına gitmiş ve suyun derinlerine doğru yürümeye başlamış. Boğulacağını gören karınca panik olmuş ve deveye dışarı çıkması için yalvarmaya başlamış, “ne oldu” diye sormuş deve, “hani çok üstündün sana bir şey olmazdı”. Karınca tıpkı bizim aklıyla dünyayı yönetebileceğine inanan, dayandığı zemini inkar eden küçümseyen, çok bilmiş tarafımız gibi; deve ise daha derin, bilge ve sessiz tarafımız. Ardımızda bizi destekleyen ve seven devasa bir doğa ve o doğanın bize bahşettiği muhteşem organizmamız var. Bu muhteşemliği herhangi bir teoriyle tam olarak açıklayamayız. Her tür kelimeyi kavramı yaşantımızı gölgelemeyecek bir uzaklıkta tutmalıyız. Ne ‘ben’ ne ‘doğa’ ne ‘toplum’ ne ‘tanrı’ ne ‘ideolojiler’ sessiz ve sonsuz HAKİKATLE arama girmeli. Zihnimde yaşamın her anına en doğal tepkiyi verebilecek bir kendiliğindenlik, bir özgürlük, mükemmel olmaya çalışmayan bir doğallık bulunmalı. Kendimi hassas bir algılayıcı haline getirerek, içimde ve çevremde olan her şeyi olduğu gibi görebilmek için eğitmeliyim. Nasılsam öyle olmalıyım.
İşte kim olduğumuzun cevabı: Sonsuzluktan gelen ve sonsuzluğa doğru akan bir gizem. Kimse tam olarak bilmiyor. Belki de bilenler vardır.
Daha yakından bakarsak.