Hayatta beni hırçınlaştıran bir şey var- Doğrusu bu halimi hiç sevmem- o da karşımdakinde bulduğum adalet duygusu eksikliği. Adalet kuşkusuz ki çok zor bir şey ve insan zaman zaman istemediği halde birilerine adaletsizlik de yapıyor. Kendim adaletsizliğe uğradığımda içimde hissettiğim fiziksel bir değişim var. Bir çeşit iç yanması, boğazımda bir ağrı, sonra bir mide kasılması…
Başkalarının acılarıyla çocukluktan beri ilgiliydim. Yanımda birisi ağlasa hemen benim de gözlerim dolardı. Belki adaletsizliğe uğramanın ne kadar kolay olduğunu bildiğimden başkalarının hatalarını hemen bağışlardım. Bazen ise içimde hırçın ve acımasız bir çocuk hortlardı. Ötekilerin bana zarar vermesinden, beni hırpalamasından çok tırstığımdan olmalı buna engel olmak için beceriksiz kötülük girişimleri yapardım. Adaletsizlikleri izlemek bazen içimde bir hırs yaratır ve kötülerin cezalandırılması için bir dürtü oluştururdu.
Kadınlar ve erkekler arasında olup bitenler, hayattaki sayısız yaralanmalar yalnızca öz deneyimlerim değil çevremdekilerin anlatılarıyla da hayatımın önemli bir gündemi olmuştur çoğu kez. Yaraların hırçınlaştırdığı ya da tutsaklaştırdığı pek çok kadın ve erkek tanıdım.
Yaraları sıcakken ve yalnızlığa katlanamaz haldeyken hep yakın arkadaş olurlar ve anlatmak isterler. Bazen bu anlatıların bir kısmının kurgulanmış ya da hafif değişimlere uğramış olduğunu fark ederim. Utanç duyulan, gurur kırıcı anlar genellikle anlatının dışına atılır ya da değiştirilerek aktarılır.
Onları dinlerken insan kafasında ayrıntılarıyla hikâyeyi yeniden kurguluyor; boşlukları dolduruyor.
Bir insanı anlamak nasıl da zordur. Uzak, çok uzak bir yerdir insanın içi… Ulaştığın o ıssız kıyılarda henüz bir ceninken işittiğin uğultuları bulursun; bir başka gövdenin sana ilettiği korku ve kaygıları… Sonra yalnızlığa doğarsın, çaresiz ve korunmaya muhtaç…
Çeşit çeşit tadı, halleri var yalnızlığın: Biri yabanıl zehirli ot gibi… Tükürürsün ama sende kalır; dilinde acır. Diğeri ayazda rüzgârın bıçaklaması gibi gövdeni… Hiçbir ateş hiçbir giysi dindiremez üşümeni ve umarsızca bir gövdenin sıcaklığını, bir başka ruhun sevecenliğini ararsın. Yalnızlık kabuğunun içine sinmiş bir kaplumbağa çekingenliğidir bazen... Bir deniz kabuğu, içinde uğultular… Yalnızlık kendine konuşan sestir, sürüklenen bir taş… Baktığın yer bir boşluktur… Koşarsın, oysa başka yöndedir seni bekleyen.
Öyle çok birlikte oldum ki yalnızlıkla sanki en yakınım o gibi... İçimdeki ürkütücü öteki ben; hep benimle dolaşan iç sesim neler söylemez ki bana. Bazen acıyla inleriz birlikte; sayısız çağrışımların getirdiği anımsamalarla ürpeririz.
Şimdi bunları yazıyorsam onun hayatımda kurduğu egemenliğe, beni böylesine ele geçirmiş olmasına karşı çıkmak için yapıyorum.
Yalnızlık anlarımda bazen yanımda olmasını istediğim; yanımda olmadığı için yasını tuttuğum biri olur. Dünyanın bir yerlerinde o an neler yaptığını kederle düşünürüm. Evini biliyorsam onu evinde hayal ederim; bilmiyorsam ona bir ev kurgularım.
Bu galiba bir çocukluk oyunu... İlk kez sokaktan bir adamı seçmiştim. Hiç konuşmadığım, hakkında hiçbir şey bilmediğim bir genç. Adını öğrenmiştim sadece. Aslında galiba hakkında bir şey öğrenmek de istemiyordum. Onu yalnızlığımın yerine koymak, düşlerimde biriyle ilişkili olmak istiyordum. Ona hitap eden cümleler yazıyordum kâğıtlara ve bunları yazarken iliklerime kadar ürperiyordum... Sonra yatağımın altına saklıyordum o kâğıtları...
Onu uzun süre hiç görmemiştim ama nerede olduğunu da merak etmiyordum. Aylar sonra tekrar gördüğümde o kadar çirkin olduğuna şaşırmıştım. Daha önce yüzüne dikkatlice bakmamıştım ki zaten; öylesine takılmıştı gözüme. Ve birden seçmiştim onu.
Sonra hep onun yerine bir başkasını koydum... İmkânsız bir sevgiliyi...
Aslında hayatta en mutlu olduğum zamanlar başkaları için bir şeyler yaptığım zamanlardır diye düşünürdüm. Böyle zamanlarda bana çevredekilerden bir sevgi akışı olurdu. Yaptığımla gurur duyardım. Ama sonra eve dönüp kapıyı açtığımda birden yükseldiğim bulutlardan hızla yere çakılırdım. Kendimi yapayalnız hissederdim. Sevincimi alıp çoğaltacak, onu aynada bana gösterecek diğer ruhu bulamazdım. Ben, sahnedeyken ayakta alkışlanan o kadın, kendimi yerde sürünüyor bulurdum. Beni kucaklayıp öpen onca insanın hiçbir önemi kalmazdı. Sadece tek bir kucak olsun; imkânsız bir sevgili beni kucaklasın ve dünyadaki kaybolmuşluğumu avutsun isterdim.
Yaptığım her güzel şeyle sevenlerim kadar düşmanlarımın da çoğaldığını hissederdim. Onların yıkıcı enerjisi bir yerlerden bana doğru gelirdi. Kendimi güzel ve başarılı gördüğüm ve bunu pek çok bakışla onaylattığım bir anda bile bana beğenmezlik ve hasetle bakanlar olduğunu bilirdim.
En çaresiz anlarda bir gün yeni bir ışık göreceğimi, hayatın sürprizlerle dolu olduğunu bilirim. Bu bilgi bana geçmiş deneyimlerden gelmiştir. Çok zor zamanlardan sonra yeni bir zaman gelmiş ve yeniden umutlanmışımdır. Ama bunun ardından yine bir başka düşüş... Bunun bilgisine sahip olmak acı çekmeyi engelleyebilir mi?
Bazen bir anı yaşarken dehşete kapılır ve bir süre sonra belleğime kaydını yaptığım biçimde o anın anılarıma dâhil olacağını düşünürüm. Yaşadığım her an, bu satırları yazdığım şu an bile bir anı olacak.
Belki de beni huzursuz eden hayatta sayısız olasılıklar olduğunun bilgisi... Örneğin az sonra telefonum çalabilir ve beklediğim kişi bana özlediğim sözleri söyleyebilir. Bu bir olasılık... Ama ben bundan sonraki cümlelere yol alıyorum ve bu gerçekleşmedi işte.
Ne olursa olsun. Ben şu anda dünyanın sonsuzluğunda kendini, ilişkileri, hayatı düşünüp yazı yazan bir kadınım ve bu andan duyacağım her haz ve her hüzün insana dair bir gerçeklik. Yine de bu an gerçekleşmeyen mutlu olasılıkların kederi ile boğulmaktan alamıyorum kendimi.
Biliyorum ve hissediyorum bunu, belki bir zaman sonra beni bekleyen bir mutluluk var... Bazen içimde nedenini çözemediğim kıpırtılar olur. Geleceğin bilinmezliği aslında ne denli coşku vericidir. Bunun aksi çok daha kötü olabilir; neler olacağını bilmek aslında hayatı anlamsız kılmaz mıydı?