Toplumların genel kabulü ve yerleşmiş prensipleriyle çatışagelen durum ile ne zaman ilgilenmeye başladığımı anımsamıyorum. Belki de bir Ortaçağ anlatımı dersinde üzerinde durmuşumdur. Çünkü Ortaçağ, intiharı Tanrı’ya karşı işlenebilecek suçların en korkuncu olarak görür ve mahkûm eder. Ortaçağ’ın “karanlık yüzü”nün Sanat Tarihi’nde aradığımız gerçeği, sanatsal faaliyetlerin azlığına götürür bizleri. Fakat durum bu kadarla sınırlı kalmamalıdır. Hele de sosyal ve siyasal yapıya dayalı bir sanat çözümlemesi yapmanız gerekiyorsa. Şunu söylemek istiyorum: sadece tarihin karanlık yüzündeki cımbızla çekilip çıkarılan sanat yapıtlarının heyecan fırtınasına kapılmak değil benim sorunum. Sosyal ve siyasal dönüşüm ve bu bağlamda değişim dinamiklerinin peşinde sürüklenmektir esas heyecanın yaşandığı atmosfer… Neden mi? Soruyu soruyla cevaplamak galiba en mantıklı yol izlemek olacaktır: Sanat yapıtını güncel zamanının sosyal, siyasi ve ekonomik zinciri içinden boşaltıp çekip çıkarmak ne kadar doğrudur? Hal böyleyken Ortaçağ’ın anlamı da benim gözümde özgürlükçü düşünce yapısının kısıtlandığı, daraltıldığı ve klişeleştiği süreç olarak aklımda kalmıştır. Daha doğrusu benim kendi tarih doğrum içine çivilenmiştir. Bununla birlikte sanatçının ürettiklerinden, anlam çıkarmak hafiyeliğine girişmek de hoşuma gidiyor zaman geçtikçe… Şu aşamada hatırlıyorum ve burada yazmak istiyorum: Sherlock Holmes’ün Watson’a sürekli olarak dediği gibi: “Görüyorsun ama gözlemlemiyorsun!”. Bu nedenle değil midir zaten çağdaş hastalığımız: unutkanlık!
Bu konuyu ilk kez yazıya yatırmıyorum. Daha önceki birkaç denememde de altını çizmiştim. “Ancak unutmayanlar iradi ölümü seçer” gibi bir cümle kurduğumu ve bu bilgiyi de bilimsel verilere dayandırarak yazmış olduğumu söylediğimi anımsıyorum. Travmatik olaylar sosyal hafızanın başına kalıyor ve orada depolanıyor. Kötü anıları beyinden silmek mümkün müdür? Bu soruyu yanıtlayacak yetide kendimi görmüyorum. Benim bütün sorunum, istemli ölümü seçen sanatçıların, yaşamöykülerine ve yapıtlarına odaklanmak. Nedeni ise, Al Alvarez’in de açıkladığı gibi: acı çeken sanatçı mitosu’dur. Bu aşamada şunu da eklemek istiyorum: bu kişisel arşiv/ilgi ve okumalar, ne depresyonu yüceltmek, ne de böylesi bir eylem kapanına yakalanarak “yaratıcılık” kavramıyla eş anlamlı bir kümeye doğru yönelmek maksadındadır.
Sözü fazla uzatmadan, yeniden başlangıç cümleme geri dönmek istiyorum. Evet, gerçekten ne zaman “iradi ölüm” ile ilgili, özellikle de sanatçılara dair, verileri toplayıp, arşivlediğimi anımsamıyorum. Mutlaka etki altında kaldığım bir çıkış noktası olmalı, diye düşünüyorum. Yazıya başlamadan da yoğun bir düşünce bulutunun içinde kaldım. Sonrasında kütüphanemde var olan kitabın sayfaları arasında gezinmek fikri kendiliğinden yanıma gelip kulağıma fısıldadı: Ortaçağ kendi kısıtlamaları ve yasaklarıyla insanın seçtiği bu, “olmak ya da olmamak” tercihini ciddi boyutta cezalandıradursun, zamanla daha özgürlükçü düşüncelerin boy vermesi, durumu, farklı bir boyuta çevirmiştir. Önyargılar yeniden gözden geçirilirken, anılan iki isim vardır: Montaigne ve Bacon. Bu düşünürlerin liberter çıkışları kuşkusuz önyargıların yönünü daha iyimser sulara sürüklemesine rağmen, yine de, Batı’nın intihara bakışı tutucu genetik oluşumu çok da yumuşatmamıştır. Hâlbuki Japonya’da intihar, özellikle de siyasilerin giriştiği yaşamı, travmatik sonuçlandırma şekli, daha bir onur ve erdem üzerine ahlaki bir toplumsal değer gözüyle ilişkilendiriliyor.
Georges Minois istemli ölüm karşısında batı toplumunun tarihçesini İntiharın Tarihi adlı kitabına alırken: “Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu” diyerek söze başlar. Hamlet’in bu kulaklarımızda çınlayan ve belleğimize kazınan bildik tiradı, Batı’da intihar konusundaki düşünüş biçimlerinin farklı yollara doğru kendine yeni yön arayışları bulmasını sağlar. Minois konuyu tarihsel ve toplumsal bir derinlik içinde çözümlerken söze çok çarpıcı bir örnekle başlar:
1257: Parisli bir adam kendini Seine Nehri’ne atar; sudan çıkarıldığında henüz ölmemiştir, ölmeden önce şarap ve ekmekle kutsanır. Ailesi cesedini ister, çünkü o Tanrı’nın inayetiyle ölmüştür; ama ortada bir intihar olduğu ve adamın ruh sağlığı da yerinde olduğu için –gerçekten de pişmanlık belirtileri göstermiştir- mahkeme cesedi işkence cezasına çarptırır.
Bu dramatik örnekteki sonuç şudur: İstemli ölüm cinayet gibi, kınanan bir davranıştır. Umutsuzluk yüzünden yapılmış ve şeytani bir kışkırtmanın sonucu ya da delice bir davranış olarak görülür.
Dante’nin Cehennemi’nde (Inferno) olan kim veya kimlerdir?
Bu konuyu rafa kaldırmıştım. Albert Camus okudukça ve Manet’nin The Suicided Man isimli tablosuna takıldıkça, yeni baştan açıp, birkaç not düşüp yeniden kapatmaktayken karşıma sosyal medyada paylaşılan bir ressamın resimleri çıktı.
Tetsuya Ishida.
Tetsuya Ishida, 2005 yılında kendini bir trenin altına atarak istemli ölümü seçti. Bu olay o dönem çok yazıldı ve yorumlandı. Benim üzerinde durmak istediğim bugünle ilgili ve haberin başlığı: Trenin Önüne Atlayarak İntihar Eden Japon Ressamın 24 Rahatsız Edici Tablosu… Aklıma takılan düşünceler soru bulutlarına gömüldü:
• Haberde, üzerinde durulmak istenen esas konu: bir ressamın rahatsız edici (!) 24 tablosu muydu?
• Yoksa “istemli ölümü” seçen bireyin bir zamanlar aramızda oluşu muydu?
• Veya “bir sanatçı, niçin kendini ölümle cezalandırır?” gibi bir endişenin serin sularında ürpermek miydi?
• Ve gerçekten, sanatçının intihar sebebi resimlerindeki “ürkütücü”, “uyarıcı”, “sersemletici”, “endişe verici”, “korkutucu”, “uzaklaştırıcı”, “rahatsız edici” ve “ötekileştirici” duyumlar dünyasının “tuhaf” hallerinde mi aranmalıydı?
• Sorular bir yana, şundan eminim ki: tablolara bakan birçok kişi, resimlerindeki figürler de kendi portresini kullanan ressamın gözlerinin içine bakıp, istemli ölümün esrar perdesini aralamaya çalışmıştır.
Ishida’nın yaşadığı dünyada çok fazla acı çektiği bir gerçek! Ama bu çektiği acıyı ifade ederken kendini “model” olarak kullanması, acıyı aslında kendinin değil de başkalarının çektiği sonucunu da beraberinde getiriyor. Yani acı böylesine estetize edilmiş bir tablo zinciri içinde, sürreal bir dünyadan akıp bize kadar geldiğinde, karşımızdaki model kendimiz yani bu dünya da yaşayan her birimiz şeklinde yorumlanmalıdır, belki de… Bunun tersini düşünenler mutlaka vardır.
Olmalıdır da!
Depresyonun yaratıcılığa giden yollardan biri olduğu gerçeğini söyleyerek, eleştiri kuyusunu biraz daha derinleştirmek istiyorum. Sanatsal başarının akla gelen kaynaklarını sıralamak mümkün müdür, bu aşamada? Aşk, tutku, sevinç, bağlılık, özlem gibi onca iyi huylu duygu salınımı hatırlayıp, doğrultudaki eserlere parantez açabiliriz. Yanısıra kayıplar, ölümler, acılar, yitirilmişlikler gibi daha nice olumsuzluğun yaratıcılığı tetikleyip, beslemediğini veya ortaya koymadığını söyleyebilir miyiz? Hepimizin bildiği Picasso’nun Guernicası bir acı, bir savaş, bir yok oluşun çığlığını gözlerimize ve kulaklarımıza bırakıyordu.
Şüphesiz dünyanın kapısını vurup gitmek çoğu kişiye göre sağlıksız ve anormal bir kişilik bozukluğu olarak gelebilir. Ve birçok depresyon hastası için, içinde bulunduğu buhran, yaratıcılığı keşfetmenin ötesinde bir engel, ciddi bir köstek olarak gelebilir. Çünkü depresyon dış dünyaya olan ilginin bloke edilerek iç dünyaya bir dönüş yolculuğunun karanlık sularına bırakmak gibidir bedeni. En azından öyle tahmin ediyorum. Bunu tahmin etmek için de okuduğum birçok makale veya tanık olduğum olaylarla bir içe kapanış öyküsünün verdiği acıyı tahmin edebiliyorum. Sonrasında ise ya yaratıcılığın sularına vuruyor beden kendini, tıpkı Rothko, Sylvia Plath ve de Tetsuya Ishida gibi, ya da kaybolup gidiyor yaşamın zaman sularında bi’ şekilde, az önce verdiğimiz örnekteki Parisli adam gibi…
Sanatın gücünü besleyen nedir? Benim için: başkalarına sesini duyurmaktır!
Sesi yükseltmek dünyaya, yine dünya için!
***
İntihar konusu Felsefe Tarihi’nde düşünürlerin ilgisini çekmiştir. Bu düşünürlerden bir kısmı katı bir şekilde intihara karşıdır. Mesela Kant gibi... Onu savunan ve olumlayan düşünürler de olmuştur: Zenon, Stoacılar, Seneka, Montaigne ve Hume gibi… Konu başlıkları şöyledir: Yaşamın değeri, kişinin kendi yaşamında söz hakkı olup olmadığı ve böylesi bir girişimin erdemli sayılıp sayılmayacağı… Sözü toparlamak için şunu söylemeliyim ki: “Olmak ya da olmamak?” işte bize rehberlik edecek soru budur.
Neden bazı insanlar olmamayı, seçmiştir?
Hiç kimse bunu Camus’den daha iyi açıklayamamıştır: “Gerçekten ciddi bir tek felsefi sorun vardır: intihar. Yaşamın yaşanmaya değer olup olmadığına karar vermek, felsefenin temel sorusunu yanıtlamak demektir. Gerisi, dünyanın üç boyutlu olup olmadığı, mizacın dokuz mu yoksa on iki kategorisi mi olduğu, bütün bunlar sonra gelir. Oyunun kuralı budur; önce yanıtlamak gerekir. Kurt insanın içindedir. Onu orada aramak gerekir. Varoluş karşısındaki bilinçlilikten aydınlığın dışına kaçmaya götüren bu ölümcül oyuna uymak ve onu anlamak gerekir.”
***
Son söz: Hayat aslında yaşamaya değmeyecek kadar saçmadır, ancak bununla birlikte yaşamak gerekir.