BM Günü resepsiyonu vardı önceki akşam.
1945 yılında kurulan Birleşmiş Milletler’in, 74’üncü yıldönümü kutlandı, Mustafa Akıncı ve Nikos Anastasiades’in de katıldığı bu etkinlikte.
BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs Özel Temsilcisi Elizabeth Spehar, gecede yaptığı konuşmada, önemli mesajlar verdi.
Son zamanlarda adanın her iki tarafında da çözüme olan inancın azaldığına dikkat çekti mesela.
Kıbrıs Türk ve Rum toplumlarının, çözümsüzlükle tehlikeye atılan şeyi iyi göremediğini, ortak bir gelecek kurmaları için liderlere yeterli desteğin verilmediğini de söyleyen Spehar. toplumların yanı sıra liderlere de çağrı yaparak, müzakerelere geri dönmeye yönelik çabalarını iki katına çıkarmalarını istedi.
Bunlar önemli olduğu kadar, doğru tespitlerdir de.
Çözümsüzlükle tehlikeye atılan şeyi iyi göremediğimiz, çok önemli bir tespittir.
Toplumlar olarak, liderlere, yeterli desteği vermediğimiz de öyle!
Peki liderlerin çabaları yetersiz midir, evet yetersizdir ve artırılması, müzakerelerin önündeki engellerin bir an önce ortadan kaldırılması ve sürecin en kısa zamanda yeniden canlandırılması gerekmektedir.
***
Annan Planı’nın mimarı olan, BM Genel Sekreteri’nin eski Kıbrıs Özel Temsilcisi Alvaro De Soto, Mayıs 2010’da İstanbul’da yaptığımız bir görüşme sırasında, planı her anlamda bir başarısızlık olarak görmediğini, plan günün sonunda çözümü sağlayamasa da, aslında sürecin, birçok kazanımları da beraberinde getirdiğini dile getirmişti.
Bu kazanımları aktarırken, Türkiye hükümetinin o dönem aldığı pozisyona da işaret eden De Soto, şöyle diyordu:
“(…)Recep Tayyip Erdoğan Türkiye Başbakanı olduktan sonra son derece pragmatik bir yaklaşım sergiledi ve Türkiye’nin Kıbrıs konusundaki geleneksel politikasının dışına çıkarak sorunun Avrupa Birliği üyeliği önünde bir engel olduğunu gördü. Annan Planı ona yeni bir uzlaşma zemini yaratma olanağı sağladı, Türkiye’yi ‘problem’ olmaktan çıkardı ve sürecin organizatörü haline getirdi(…)”
Aynı Erdoğan, bugün Kıbrıs sorunu konusunda tamamen farklı bir çizgi izliyor ve Türkiye, De Soto’nun altını çizdiği o ‘geleneksel’ Kıbrıs politikasına geri dönmüş durumda.
Buna yol açan nedenlerin altını aslında çok fazla kazımaya gerek yok, mesele biraz da ‘konjonktür’ dediğimiz şeydir ve bundan 15 yıl önce kendine AB hedefini koyan Türkiye’nin, bugün bambaşka projeleri vardır.
Yani Kıbrıs’ta çözüm ve adanın yeniden birleşmesi, Türkiye için her dönemde ve her durumda arkasında duracağı bir hedef değildir.
Uluslalarası siyaset dengeleri değişir, bölgesel ilişkiler tersini talep eder duruma gelirse, yarın bir bakarsınız, Erdoğan yönetimi veya bir başka Türkiye Cumhuriyeti hükümeti, yeniden çözümün en önemli aktörü haline de gelebilir.
Aslında söylemeye çalıştığım, biz Kıbrıslılar’ın, bir yandan çözümün ana unsuru olma mücadelemizi yükseltirken, bir yandan da çözümü talep eden ana unsur olma gücümüzü yeniden kazanmamız gerekiyor.
Mesele, ikincil unsurların iki dudağının arasına terk edilebilecek kadar görece, ‘olsa da olur olmasa da’ diyebileceğimiz kadar esnek değildir; mesele, hayat memat, ölüm kalım meselesidir.
Hele de son dönemde son derece yüksek perdede seyreden bir kimlik ve varlık mücadelesinin içindeyken!
Stratejik çıkarlar, bölgesel güçler, garantörler…
Bütün bunlardan bağımsız bir kavga verilebilir mi Kıbrıs’ta?
Keşke verilebilseydi ama ne yazık ki hayat her zaman o kadar da adil değildir. Dolayısıyla bütün bu faktörlerin varlığına ve bunların çözüm çabalarına yönelik artı ya da eksi etkilerine rağmen, çözümün önceliğinin ‘BİZ’ olması gerektiği bilinciyle sürdürülecek bir mücadeleye ihtiyacımız var.
Bunun için de çözümü ve barışı savunan bütün güçlerin, siyasi ya da sivil bütün örgütlenmelerin, başkalarından önce kendi çıkarlarını ön plana koymaları ve böylesi bir hedefe doğru çok daha etkin bir dayanışma ve mücadele ortaya koymaları gerekiyor.
Bu iş, aynı anda herkesi memnun etmeye, herkesle birlikte yürümeye çalışarak olmuyor, olmayacak!
Bunları söylerken, sadece Kıbrıs’ın kuzeyinden değil, aynı zamanda adanın güneyinden de bahsediyorum.
Bugün kuzeyde tüm hışmıyla yaşanmakta olan ‘varlık’ mücadelesinin yenilgiye uğraması, sadece biz Kıbrıslı Türkler’i değil, Kıbrıslı Rumlar’ı da uzun vadede kanatacak büyüklükte bir hezimet olacaktır.
Bu yüzden de çözümü ve barışı savunan Kıbrıslı Rumlar da tıpkı bizim yapmamız gerektiği gibi, seslerini ve dayanışmalarını yükseltmeli, liderlikleri üzerindeki çözüm baskılarını artırmalıdırlar.