Yrd. Doç. Dr. Ayşe Başel
Bu hafta meydana gelen trafik kazaları ve gencecik yaşta kaybedilen yaşamlar tabii ki hepimizin ruh haline bir nebze olumsuzluk katmıştır diye düşünüyorum. Belki de sık sık yaşanılan birşey olarak algılayarak duyarsızlaşmışız ve çok üzerinde durmamışızdır kim bilir... ‘ölüm’ kavramı gündeme gelince ve bu sık sık olunca, insan istemeden de olsa kendi yaşamını sorgulama ihtiyacı hissediyor sanırım. ‘Nasıl bir hayat yaşıyorum?’ ‘Ölüm dediğin nedir, nasıl birşeydir acaba?’, vs. Farkettim ki bende de öyle oldu ve bu hafta bu iç karartıcı konu üzerine yazma ihtiyacı hissettim ve cümleler ardı ardına diziliverdi zihnimde...
İnsanı ve yaşamını anlamlı ve değerli buluyorum. Ama bir gerçek var ki; insan yaşamı, (en azından kesin olarak bildiğimiz bu dünyada) başı ve sonu olan bir yol gibi. Kısa ve uzun olanı var. Zor ve daha kolay olanı da… Her birimiz, kendi yolumuza çıkıyoruz; bu yürüyüşte kimi yoldaşlarla tanışıp birlikte devam ediyor veya ayrılıyoruz. Ama yol, eninde sonunda bitiyor. Ölümsüz olmak, sadece hayallerimizi süsleyen bir fanteziden başka bir şey değil. Olsa olsa geriye bıraktığımız anılar yaşayabiliyor. Belki birkaç fotoğraf ve kulaklarımızda kalmış bir ses…
ÖLÜYOR MUYUZ YOKSA…
Ölüm, belki de üzerinde doğumdan ve yaşamdan fazla konuşulmuş bir olgu. Din ve inanç kavramlarında temel unsurlardan birisi olarak yer almış. Bazı dinî yorumlar, ölümü bir lezzet olarak tanımlıyorlar. Herkesin eninde sonunda ulaşacağı bir tat olarak tanımlanıyor. Kimi zaman ise yaşam gibi ölümün de bir hak olduğundan söz ediliyor. Ama her söylem, ölümün kaçınılmazlığını; en azından bu dünyadaki yaşamın ölümle sona ereceğini itiraf ediyor.
Ölüme bir sevdaya gider gibi gidenler var. Ölüm korkusunu çok erken yaşamaya başlayıp dünyayı kendine zehir edenler de… Hâlbuki yaşamak ve ölmek, güneşin doğması ve batması gibi olağan kırılmalar… Yaşamın güzelliğini neden ölümün korkusu ile sevimsizleştirmeli ki? Sanırım; bilge insan olmanın adımlarından birisi; doğumun, yaşamın ve ölümün olağanlığını içimize sindirebilmek… Doğal olanı, kendi doğallığı içinde özümsemek gerekli…
ÖLÜME SAYGI
Ölüm dendiğinde; aklıma ilk gelen kavram, saygı oluyor. Bitmiş bir yaşama, geriye kalan anılara ve belki de yaşamın güzelliğine saygı… Dünyanın ve insanlığın geçmişine baktığımızda; geriye kalan anıtlardan, eşyalardan ve ritüellerden ölümün ne denli önemli ve saygı duyulmuş bir doğa olayı olduğunu görüyoruz. Belki de yaşamı daha hızla tüketir hale geldiğimiz şu günlerde ölümün saygınlığını da şuursuzca harcıyoruz. Yaşam değerini yitirirken ölümün kendisi de kaybediyor.
Her toplumun veya insan topluluğunun ölüm karşısında özel tepkileri var. Kimi kesimler, ölümü ağırbaşlı ve sessizce karşılıyor. Kimi topluluklarda ise ölüme tepki yüksek sesle ve ağıtlarla yapılıyor. Ölüme karşı gösterilen tepkiyi, samimi olduğu sürece saygı ile karşılamak gerekli. Çünkü sevginin ve buna bağlı ilginin nasıl gösterilmesi gerektiğine dair genel kabul görmüş bir kural yok. Çünkü insanî olan her şey insanlara göre…
ÖLÜMDEN SONRA…
Ölüm, pek çok durumda bizim sübjektif davranışımızdan bağımsız olarak gelişiyor. Geldiğinde geliyor ve biz çaresiz kalıyoruz. Burada kesin olan bir nokta var ki; ölüm, inançtan ve yaşam modelinden vareste geliyor. Ama bir gün kaçınılmaz biçimde öleceğimizi öngörerek yaşamımızı düzenlemek kendi elimizde. Çünkü ölüm sonrasına ancak eserler ve anılar kalıyor.