Nügen Derman Duru
nugenduru@hotmail.com
Temmuz 2021
“…
Çünkü, o ölüm uykularında
Sıyrıldığımız zaman yaşamak kaygısından
Ne düşler görebilir insan, düşünmeli bunu.
Bu düşüncedir felaketleri yaşanır yapan.
Yoksa kim dayanabilir zamanın kırbacına?
Zorbanın kahrına, gururunun çiğnenmesine
Sevgisinin kepaze edilmesine
Kanunların bu kadar yavaş
Yüzsüzlüğün bu kadar çabuk yürümesine
Kötülere kul olmasına iyi insanın
Bir bıçak saplayıp göğsüne kurtulmak varken?
…”
W. Shakespeare, Hamlet
William Shakespeare Hamlet’de ölüm karşısındaki duruşumuzu çok güzel anlatır. Kaleminin ucundan dökülen kelimeleriyle, yüzleşemediğimiz duygularımızı en derinlerden söküp gün ışığına çıkarır. Kafa karışıklığımız, kararsızlığımız, ruhumuzun gelgitleri ve yitip giden heyecanlarımız cümlelerinde hayat bulurken, olmak ya da olmamaktır bütün mesele onun nazarında…
Bizim meselemiz ise ölmek ya da ölmemektir şu günlerde. Ölmek mi yoksa yaşamak mı daha kolay; bilmek zor. Tek bildiğimiz yaşam döngüsü dediğimiz şeyin hepi topu sonlu bir zaman dilimi olduğudur.
Yaşamımızın bir gün sona ereceği, yok olma, hiç olma ya da ne olacağımızı bilememe, en büyük trajedimiz. İşte tam da bu yüzden en çok da ölümden korkarız. Bir şeylere sığınarak ya da tutunarak bertaraf etmeye çalıştığımız, görmezden geldiğimiz ya da bastırdığımız bu korku bizi içten içe tüketse de ilginçtir; yaşamı tekrar tekrar yeniden üretmeye de devam eder. Her ne kadar da vardan yok, yoktan var olmaz desek de, yaşam ve ölüm tezatlıkları içinde dünyayı yenilemeye devam eder.
Yaşam ile ölümün tezatlığı, görünürde onları birbirine uzak düşürür ve birbirini olumsuzlar. Yaşam dinamizmin, yeşermenin, hep bir oluşun; ölüm ise olmuş bitmişliğin, hiç oluşun, yok oluşun adıdır. O nedenle yaşam hep bir çabayı gerektirirken, ölüm bir son, bir pasiflik, eylemsizlik halidir. Hele ki söz konusu olan üreten ve ürettiklerine değerler yükleyerek eylemde bulunan bir varlık olarak insan olunca, işte o zaman varlığın karşısında yokluğu simgeleyen ölüm de anlamdan anlama bürünür. Böyle olunca da ölümün hangi durumda korkulu rüyamız, hangi durumda kurtuluşumuz, koşarak gittiğimiz bir kucak olduğunu kestirmekte zorlanırız. Nitekim, Schopenhauer ölümü kötü bir son olarak değil, doğanın rahmine dönüş olarak kabul eder. Levinas’a göre ölüm yanıt yokluğudur, çünkü bizler ölümün soğuk yüzünü başkasının üzerinden deneyimleriz; o nedenle sorularımıza yanıt alamayız. Diğer yandan Heidegger ölümü, yaşamın özünde olan ve onu anlamlı ve değerli kılan bir hiçlik olarak ele alır. Ona göre ölüm bizim için hep vardır ancak zamanı ve yeri belirsiz olduğundan; ölmeyecekmiş gibi yaşamaya devam ederiz. [1] Epikuroscu bir savunmayla, ölüm ile asla bir arada olmayacağımızı varsayarak az da olsa ruhumuzu rahatlatırız. Böylece yaşam karşısındaki en sağlam rolümüzü, ölümü görmezden gelerek, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayarak oynarız. Bu aynı zamanda ölüm ile tanışıklığımızın, onun karşısında kendimizi nasıl konumlandırdığımızın da sahnelenmesidir.
Ölümle olan ilk tanışıklığımız yakınlarımızın, değer verdiklerimizin kaybıdır. Bu aynı zamanda bizim ölümle ilk ilişkimizdir. Aklımıza düştükçe içimizi ürperten, her kaybettiğimiz yakınımızın acısının ardından yüzleştiğimiz en büyük gerçeğimizdir. Onunla birlikte bizim onun gözündeki benliğimizin de yok olduğunu görürüz. Onun üzerinden değer biçtiğimiz her şey önemini yitirir. Kayıp olanın benliğimizde yarattığı en temel kaygı, kendi varlığımızın da bir gün aynı sonla karşılaşacağıdır. Yok olmak, hiç olmak bize ağır gelir. Korku ve kaygıyla karışık bir halde başlayan sorgulama ve paniğin bizde yarattığı değersizlik, anlamsızlık durumudur bu aynı zamanda.
Temel kaygımız, ölüm ile bize ne olacağı, bizi nelerin beklediğidir. Bu kaygı ile baş etme çabasında, ölümü bir hakikat olarak, bilinmeze giden bir yolculuk anı olarak kabul edebiliriz. Bu gizemli an, varoluşsal anlamda tekrarlanamaz ve anlatılamazdır. Ya da belki ölümü hiçlik olarak görüp, ağaca, ota, böceğe, kediye, köpeğe olanın aynısının bizim için de geçerli olduğunu varsayabiliriz. Bir gün yaşamımızın son bulacağını bilmenin sahip olduğumuz anları değerli kılan gücünü keşfedebiliriz. Yani bizler için tek özgürlük alanı, hangisine ikna olacağımıza dair karar vermektir aslında. Ölümle olan ilişkimizi belirleyen, tüm duyusal, duygusal, zihinsel gücümüzle illa ki yaşadıklarımız üzerinden ilintileyerek birinden birine ikna olmadır. Çünkü insani eylemlerimizde ve dünya sorunları karşısındaki tavrımızda, bu özgürlüğümüzü hangisinden yana kullandığımız etkilidir. Ölüme ve yaşama yüklediğimiz anlam, aynı zamanda kendimize olan bakışımızın en yalın halidir.
Ölümün yaşamı anlamlı kılıp kılmadığı konusunda karar vermede bizi, en çok da ölümü istekle kucaklayanlar zorlar. Bile isteye ölüme koşanların yaşam karşısındaki bu duruşlarını izah etmede yetersiz kaldıkça, kararsızlığımız da güçlenir. Albert Camus “Sisifos Söyleni” adlı kitabında, “Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır, intihar. Yaşamın yaşanmaya değip değmediği konusunda bir yargıya varmak, felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir.” Derken tam da bu yöndeki kararsızlığımızın önemine dokunur aslında. Çünkü ona göre intihar edenler, hayatı yaşamaya değer bulmadıklarından dolayı ölümü seçerler. [2] Fikren karşı olsak da yaşamın ıstırap, acı ve keder taşıyan kısmı ile sınandığımızda, hangimizin aklına ölümün bir kurtuluş olduğu ihtimali düşmüyor ki! Çünkü hayat birçok yönüyle bazen katlanılmazdır. Öyle zamanlarda bilincimizin her yanı koyu bir sisle karanlığa bürünür. Kederin tüm hücrelerimize sızdığını hissederiz. Yaşamaya değer hiçbir şey bulamaz, bizi içine çekmeye hazır karanlık kör bir kuyuya doğru sürükleniriz.
Hepimize çok tanıdık gelen bu anların ve duyguların gidebileceği en son nokta, yaşamın aslında bir hiç olduğu düşüncesine kapılmadır. Bu gelip geçicilik ve tükenmişlik duygusu karşısında artık gözümüzde yaşamın hiçbir anlamı ve değeri kalmaz. Bir yanımız, tatsız, karanlık, soğuk ölümün müphemliği ile korkuya kapılırken, diğer yanımız sırlarını çözme isteği ile kıvranır durur. Hele ki hayatın ağırlığı karşısında tutunamayıp, bile isteye ölüme giden Seneca, Zweig, Woolf, Hemingway ve daha nicesi aklımıza gelsin; işte o zaman ölümün hikmetini sorgulama hadsizliğine düşeriz. Bilincin böylesi bir kör kuyuya dalma, karanlığa sığınma isteğini, Karl Marx’ın söylemi ile, insanın kendi varoluşu üzerine son sözünü söylemesi olarak niteleyebiliriz. Elbette bu tavır, kimimizin gözünde kahramanca bir seçim, kimimiz içinse bir güçsüzlük, çaresizlik ve hastalıklı bir durumun göstergesidir. Tıpkı yaşam karşısındaki duruşumuz gibi.
Aslında bu duruşumuz, çağın artan sorunlarıyla baş etmedeki manevramızdır. Ölüm ve yaşama yüklediğimiz anlam ve onu çözme çabamızdır. Dünyanın nereye doğru gittiği konusunda artan karamsarlığımızı azaltacak, bizi rahatlatacak, yaşamı kutsayacak değerlere acilen gereksinimimiz vardır. Çünkü, “Hiçbir şey yoktan var, vardan yok edilemez” şeklindeki yasa ile içimize su serpilse de dönüşümün yarattığı hasar omuzlarımızda yük olmaya devam eder. Yaşamın sırf kendisinin kaosa, bozulmaya doğru gittiği bizi on ikiden vurur. Adına ölüm dediğimiz şeyin dönüşümün yarattığı kaçınılmaz hasarın kendisi olduğunu anlarız yavaştan. Bu ölüm yalnızca bedensel varoluşumuzun ortadan kalkması değil, insan olarak bütünlüğümüzün yok olması halidir.
Ölümün soğukluğu karşısında nasıl bir tavır alacağımızı bilememenin şaşkınlığıdır yaşadığımız. Halbuki, ölümün hep gölgemiz olduğunu bilmek; ölüme rağmen eylemek, yaşam dediğimiz şeyin ta kendisidir. Ne zaman ki yaşamla ölüm arasındaki o ince çizgide sıkışıp kalırız, işte o zaman ölüme rağmen yaşama tutunmada bize güç verecek anlayışlar geliştiririz. Böylece, bahtsızlığımıza yanmaktansa, çaresizliğimizin üzerine yeni bir insanlık resmi çizeriz.
Kaynakça
[1] Başerer, Dilek, Başerer Zeynep, Ölüm Kavramına Martin Heidegger Ve Emmanuel Levinas Açısından Felsefi Bir Bakış, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, Cilt: 9, Sayı: 45, Ağustos 2016, www.sosyalarastirmalar.com
[2] Camus, A., Sisifos Söyleni, Can Yayınları, 1997, İstanbul