Bu yazının yazıldığı an Türkiye’de on ili kapsayan ve büyük yıkımlara neden olan deprem felaketinde ölü sayısı yirmi bini aşmıştı. Enkazın henüz tamamen kaldırılmamış olması bu sayının daha da artacağının işareti. Yürek parçalayan görüntüler, kış mevsimin daha da zorlaştırdığı şartlar altında yardım bekleyen insanların büyük çaresizliği ve bütün bunlara uzaktan, sıcak evlerde otururken tanık olmak, bu kahredici tablo karşısında hayatta kalıyor olmayı adeta utanılacak bir suç haline dönüştürüyor. Payımıza düşen cenazelerin ardı sıra adaya geliyor olmaları ise bizleri daha yoğun bir öfkenin, daha ağır bir hüznün ve her şeyin anlamını yitirdiği daha derin bir boşluğun içine atıyor. Öyle büyük bir felaket ki yaşanan, ne kelimeler yetiyor onu anlatmaya, ne inançlar yetiyor teselli etmeye ve ne de vaatler yetiyor dindirmeye. Nasıl mümkün olsun; gözünden akacak bir damla yaşa ömrünü feda etmeye hazır ve razı olanların, şimdiden sonra, ebediyen kapanmış o gözlerden, canlarının parçası o gözleri taşıyan canlardan mahrum olacakları gerçeğinin acısını hangi sözcük anlatabilir, hangi inanç teselli edebilir ki!? Travmatik etkisi kolayına aşılamayacak zor zamanları yaşıyoruz. Zihinleri kemiren ise hep aynı isyankâr soru: Neden?
Evet, depremin ne zaman gerçekleşeceği, şiddetinin ne olacağı, kimi tahminler yapılsa da, belki önceden kestirilemezdi ama, yakın tarihte benzer acı bir deneyimin yaşandığı (1999 depremi) Türkiye’nin, coğrafi konumu, jeolojik yapısı ve üzerine oturduğu fay hatları itibarıyla her an patlamaya hazır bir deprem ülkesi olduğu gerçeği biliniyordu. Nitekim konunun uzmanları, ne zaman olacağı ön görülemese de olacağına kesin gözle baktıkları deprem(ler)de, özellikle yeni felaket(ler)in yaşanmaması açısından, tedbir olarak alınması gereken önlemler, düzenlenmesi gereken yasalar, yeni yapıların denetlenmesi ve mevcutların elden geçirilmesine yönelik olarak vb. konularda sürekli uyarılarda bulunuyorlardı. Ne var ki özellikle AKP döneminde ülke ekonomisinin başat ve sürekli büyüyen kesimi olan inşaat sektörü, büyük bir rant alanı olması özelliğiyle siyasetle arasında ‘ben sana sen bana’ türünden gelişen ilişkileri bir avantaja dönüştürerek adeta özel bir korumaya tabi tutuldu. Bir ucunda siyasetin diğer ucunda inşaat sektörünün yer aldığı bu saadet zinciri, bir yandan ardı ardına türeyen inşaatçı/müteahhit zenginler doğururken, bir yandan da gün güne daha da artan, beton yığınından ibaret ucube bir yapılaşmayı getirdi. O yapılaşmanın kalitesinin ne olduğunu ise, 1999’da olduğu gibi, bu kez 7.7 şiddetinde bir deprem açığa çıkardı. Başta kamu binaları (resmi daireler, hastaneler, havaalanı vb.) olmak üzere birçok ismi cafcaflı (rezidans) bina ilk sarsıntıda yer ile yeksan oldu. Binlerce insan o yıkıntıların altında kaldı. Evet, depremin iktidardan bağımsız, doğal bir hadise olduğu doğruydu, ancak deprem sonrası kimi şehirleri yok edecek kertede oluşan yıkımda ve kahredici sonuçlarında doğrudan sorumluluğu olduğu aşikârdı. Bu arada yaşanan felaket karşısında halkın çok geniş kesiminin gösterdiği ‘siyaset üstü’ olağanüstü dayanışma/yardımlaşma ne kadar takdire şayansaydı, iktidarın yaraları sarmaktaki yetersizliği bir yana, bu dayanışmayı kendi siyasi ölçüleri/kriterleri içinde değerlendirmesi (bu nedenle kimi sivil örgütleri ve çalışmaları adeta düşmanlaştırması, medya üzerinde denetim kurmaya çalışması ve de bu afet karşısında bile cepheleşmeyi öne çıkarması) o kadar rahatsız ediciydi. Benzer tavrın zaman zaman muhalif siyasiler tarafından gösterilmesi de, kimi kesimlerde gerek iktidar gerekse muhalefetin yaşanmakta olan felaketi yaklaşan seçimlerde kendi hanelerine artı puan kazandıracak bir araç olarak kullandıkları kanaati uyandırıyordu. Kanımca şuydu: Siyasetin karar alıcı/icra mercii olduğu gerçeği göz önüne alındığında, sonuçları çok ağır bu felaket karşısında iktidarın, ‘siyaset üstü’ olmak adına eleştiriden münezzeh kılınması gerekeceği gibi bir sonuç çıkarmak ne kadar yanlışsaydı, süreci sadece buradan değerlendirmek de kanımca o kadar yanlıştı. Evet bilançosu ağır bu hesap sorulmalıydı, suçlular yaptıklarının cezasını çekmeliydi, bu felaketi hazırlayan bozuk düzen/sistem behemehal değişmeli, gerekli yasalar düzenlenmeli, ‘kentsel dönüşüm’ bir rant alanı olmaktan çıkarılmalı ve öngörüldüğü biçimde gerçekleşmeliydi. Pek iyi de bütün bunlar yeterli miydi?
Burada eksik olan bir şey daha var. Sadece deprem gerçeğiyle, siyasetle, siyasal akılla, ideolojiyle, kör inançla, bilimle sınırlı kalmayan, fotoğrafın çok daha büyüğünü, bütün bir hayatı, o hayata dâhil olan bütün alanları ve ilişkileri kuşatan, bu bağlamda yukardan aşağıya, sağdan sola, soldan sağa tek tek birey olarak herkesi ilgilendiren, bireyin kendi varlığında açığa çıkacak ve kendinin -ne, nasıl, kim olduğunu- belirleyecek ve de burada kalmayarak toplumsal/kolektif (tekil olandan çoğul olana) karşılığı olacak olan, göz ardı edilmemesi gereken bir başka (varoluşsal) husus söz konusu.
O da şu: Gazali, insanın içinde biri ‘ölüm’, diğeri ‘vicdan’ iki konuşanın olduğunu söyler. ‘Ölüm’ün sesi/konuşanı insana sonlu bir ömrü olduğunu hatırlatır. Bu bir bakıma insanın ölümlü olduğunun bilincine varmasıdır; nihayetinde o bir süre yaşayacaktır ve sonra bu dünyadan göçecektir. Buradan bakınca, bu haliyle geçici ömrün, kendi başına bir anlamı yoktur. Bu bilinci tamamlayan, ya da bu geçici sürenin ‘nasıl’ yaşanacağını belirleyecek (bir bakıma ona anlam kazandıracak) olan ‘vicdan’ın sesi/konuşanıdır. Eğer vicdanı en basit biçimiyle, insanın kendini ötekinde hissetme becerisi ya da kendi için istediğini karşısındaki için de isteme yetisi/gönül zenginliği olarak tanımlayacak olursak, bu ‘iyi’nin (iyi halin) aynı anda insanın kendinde ve ötekinde tecelli etmesi, karşılığını bulması demektir. Bu ise vicdanın aynı zamanda ahlâk demek olduğunun göstergesidir. Aşikâr olan şudur ki ölümlü ve vicdan sahibi bir varlık olarak insan içindeki bu seslere kulak verdiği oranda insan olmakta, aksi durum onu doyumsuz arzularına yenilen, sadece kendini, kendi çıkarlarını önceleyen, hayatta farklı tezahür biçimleri olan -deprem vesilesiyle gördük işte- bir yaratığa dönüştürmektedir. Oysa hangisi olursa olsun insanın sonunun iki metrelik bir çukurda çürümek olduğu gerçeği asla değişmeyecektir.
Öfkenin, hüznün, anlam kaybının yoğun olduğu bir zamanda, bir teselli miydi, depremin Türkiye’deki bütün kurbanları ve ardı sıra adaya getirilip -en çok da her biri nadide bir çiçek olan o çocukları- toprağa verilen insanlarımızı düşünürken, bana insan olduğumu ve insan olmanın sorumluluğunu hatırlatan -aslında insan olan herkes için gerekli olan- kendi içimdeki ‘ölüm’ün ve ‘vicdan’ın sesine bir kez daha kulak veriyor ve bir kez daha o sesi dinliyorum.