George Kumullis
(Çok değerli arkadaşımız, yazar George Kumullis, ricamız üzerine yine bizi kırmayarak Rumca olarak POLİTİS gazetesinde 29 Temmuz 2023’te yayımlanmış yazısını bizim için İngilizce’ye çevirdi. Biz de onun İngilizce çevirisini Türkçeleştirdik. Kendisine çok teşekkür ediyoruz... S.U.)
Bettie Davies, bir zamanlar şöyle demişti: “Hiçbir zaman ölünün arkasından kötü şeyler söylememliyiz, yalnızca güzel şeyler söylemeliyiz. Bugün Joan Crawford’un öldüğünü duydum. Harika!”
Bettie Davis 1908-1989 yıllarında yaşamış Amerikalı film yıldızıydı, meslektaşı Joan Crawford’un ölümü üzerine bu yorumu yapmıştı.
Ne zaman tartışmalı bir şahıs vefat etse, neredeyse kaçınılmaz biçimde “Ölünün arkasından kötü konuşmayınız” gibi sözcükler duyarsınız. Bu neredeyse tüm ülkelerde yakın geçmişe kadar sürdürülegelen bir tabu idi. Ancak bu tabu kime hizmet etmektedir? Bunun yararı nedir? Gerçekten de eğer geçmişten birşeyler öğrenmek ve şimdi vefat edenler tarafından etkilenmiş olan insanları onore etmek istiyorsak, ölüler hakkında dürüst biçimde konuşmalıyız, dürüstlük, onların arkasından kötü konuşmak anlamına gelse bile... Çok şükür bugün bu gerçekleşmektedir! Pek çok sosyoloğun “bir sosyal devrim” diye niteledikleri şeye tanık oluyoruz günümüzde, bu tabuda derin çatlakların meydana geldiğini daha şimdiden görüyoruz.
Sosyal medyanın modern kültürümüzün bir parçasına dönüşmesiyle birlikte bu ilerici gelişmeye çok önemli – belki de en önemli – katkılarda bulunmuştur. Ve elbette bu Kıbrıs’a özgü bir şey değildir, global bir olgudur...
2013 yılında Margaret Thatcher’in ölümünden sonra Synthesio’nun medya analizi 25 bin çevrimiçi ilk dalga yorumu incelemiş ve bunların üçte birinin olumsuz olduğunu görmüştür. Diğer yorumların yanısıra o günlerde İngiltere’de Milletvekili olan George Galloway, Facebook sayfasına “Thatcher, Nelson Mandela’yı “terörist” olarak tanımlamıştı. O bunu söylerken ben Avam Kamarası’ndadyım. Bunu söylerken dudaklarının nasıl hareket ettiğini görmüştüm. İnşallah cehennem ateşlerinde yanıp kavrulur!”
Bu hafta EOKA’nın önde gelen üyelerinden birisi vefat etti, Thasos Sofokelus idi bu. Beklendiği gibi, sosyal medya onun EOKA mücadelesine katkılarını andı. Ancak pek çok diğer şahıs da onun hakkında olumsuz yorumlar yaptılar ve bunu o kadar da kibar bir şekilde yapmadılar. EOKA savaşçılarıyla ve hatta bizzat EOKA’nın kendisiyle bu şekilde alay edilmesi, 1958’de Mağusa ilçesinde en korkunç biçimde öldürülmüş olan 18 solcunun “hain” olarak damgalanması ortadan kaldırılmadığı sürece devam edecektir. Bu solcular hain olamazlardı çünkü zaten EOKA, solcularla herhangi bir işbirliğini yasaklamıştı. Kurulu düzen, Kıbrıs Tarihi’nin bu yönünün karanlık kalmasını güvence altına almaktadır. Bu da tarihin bariz biçimde çarpıtılmasıdır. EOKA’nın tarihi yalnızca genç insanların asılması ve Afksendiyu ve Matsis’in fedakarlıklarından oluşmuyor. Mali nedenlerle bazı iyelerinin ihanetinin de tarihçesidir. Katledilmiş socuların ve görüşleri nedeniyle tacize uğrayan düzinelerce insanın da tarihidir. 1971-74 yılları arasında Kıbrıs Cumhuriyeti’ne karşı eylemlerde bulunarak darbe için zemini hazırlamanın da tarihidir. Muratağa-Atlılar e Sandallar’daki korkunç suçların tarihidir bu aynı zamanda ki bu suçları Birleşmiş Milletler, insanlığa karşı işlenen suçlar olarak tanımlamıştır. Ve Dohni’de işlenen korkunç suçların da tarihidir bu.
Ressam Dafne Triminikliodis'in savaş karşıtı tablolarından biri...
Eüer korkunç biçimde öldürülmüş, tacize uğramış veya işkence görmüş olan socuların binlerce birinci ve ikinci dereceden akrabalarını da dikkate alacak olursak, o zaman Sofokleus ve EOKA’ya karşı olumsuz yorumlar tuhaf karşılanmamalıdır. Bu, o solcuların akrabalarının içlerindekini dökmeleri için bir fırsattır.
İşlenmiş olan cinayetlerin vahşetinden bir örnek verecek olursak, Mihalis Bumburuis’in “Sınanma Günleri” başlıklı kitabından bir örnek vermek isterim. Bu örnek, Panayotis Stilyanu’nun öldürülmesiyle ilgilidir – Panayotis Mayıs 1958’de bir gün bir komşusunun evinde eşiyle, kızı ve beş yaşındaki bir çocuğuyla birlikte oturuyordu. Bumburis şöyle yazıyor:
“... Aniden bir grup maskeli adam girdi avluya, ellerinde üzerine çivi çakılmış sopalar ve silahlar vardı. Stilyanu’nun önce başına vurmuşlar ve sersemlemiş halde yere düşmüştü. Karısı ve kızı, Panayotis’i odaya doğru seçekerek maskeli adamların odaya girmesini engellemeye çalışmaktaydılar. Kadının kollarını ve kaburgalarını kırmışlar ve kızını da yaralamışlardı. Odaya girmişler ve Panayotis’in başını ve vücudunu çivili sopalarıyla vura vura ezmişlerdi. Panayotis’in karısı dokuz ay boyunca hastanede yatmak zorunda kalmıştı iyileşebilmek için. Kızı ise şunları anlattı: ‘Hastanede babamın potinlerini çıkardığımızda, potinlerin içinden et ve kemik parçaları dökülüyordu. Onu o çivili sopalarla ezim ezim etmişlerdi...’ Ve Panayotis’in oğlu Andreas da yaşlı bir kadının gelerek avucuyla gözlerini kapattığını ve böylece bu korkunç suça tanık olmasını engellemeye çalıştığını anlatıyor...”
Elbette Sofokleus’un 1958’de EOKA tarafından işlenmiş bu suçlarla en ufak ilgisi yoktu elbette. Ancak 1955-59 EOKA Savaçıları Dernekleri Başkanı olarak örneğin solcuların öldürüldüğü bu davalardan birisini inclemeye alıp, onların “ihanet” ettikleri yönündeki iddiaları çürütebilir, onları aklayabilirdi. Ancak bu konuda en ufak bir eğilim dahi göstermemiştir. Eğer bunu yapmış olsaydı, şimdi belki de solcular bile onu onore edecekti...
Ve işin özüne geliyoruz işte: Ölünün arkasından konuşmamamız gerektiği yönündeki iddia doğru mudur? Bu sorunun yanıtı kesinlikle koca bir HAYIR’dır.
Bir Hitler, bir Stalin, bir Yuannidis, yolsuz bir politikacı, bir katil, bir tecavüzcü, bir pedofil haklı çıkarılabilir mi? Tüm bunlar sırf ölmüş oldukları için saygıyı haketmezler! Hiç kimse kutsal değildir, ne ölümde, ne de hayatta ve kırılgan bir devleti iyileştirebilmek maksadıyla, şikayetlerimizi dile getirmeliyiz.
Sırf onları taciz etmiş olan şahıs öldü diye hiç kimse acılarını, şikayetlerini ve hissettikleri adaletsizliği bastırıp susmaya mecbur bırakılmalıdır. Çünkü bazı ölüler, ölmelerinin üstünden çok zaman geçse dahi, bizlere zarar vermeye devam edebilirler...
(POLİTİS gazetesinde 29.7.2023’te Rumcası yayımlanan George Kumullis’in kendisinin İngilizce’ye çevirmiş olduğu makalesini Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).
GEÇMİŞLE YÜZLEŞMEYE DAİR YAZILAR....
“TMT’nin kuruluşunun 1 Ağustos olarak belirlenmesi nasıl olmuştur?”
Emin Akkor / Bağımsız Gazete
Kuruluş tarihiyle ilgili tartışmalar yıllardır bitmeyen TMT’nin kuruluşunun 1 Ağustos olarak belirlenmesinin nasıl bir sürecin ardından geçtiğine bakmak için tarihi takip etmekte fayda vardır. EOKA’nın kurulmasının ardından Kıbrıslı Türklerin de kendi savunmalarına yapmak amacıyla ilk örgütlenmesi Mesarya’da olmuştur.
Lefkoşa’daki hareketsizliği gören İsmail Sadıkoğlu, İnönü köyü ve çevresindeki Türk köylerinden arkadaşlarını da bünyesine alarak Kızıl İntikam Çetesi adı altında bir örgüt kurmuştu. Dr Fazıl Küçük bünyesinde ilk gizli örgütlenme ise Kıbrıs İstiklali İçin Türk Mukavemet Birliği (KİTEM) bünyesinde olmuştur. Dr Fazıl Küçük’ün partisi olan Kıbrıs Türktür Partisi’nin köycülük kolu ekibi tarafından kurulan ve topluma moral verme amacıyla faaliyete geçen KİTEM, EOKA’nın ilanından birkaç ay sonra kurulmuştur.
TMT öncesinin en ciddi yeraltı örgütü olan Volkan da Dr Küçük bünyesinde hayata geçmişti. EOKA ile birlikte hemen hemen benzer bir örgütlenmemenin ilk girişimi olarak 1955 yazında açılımı “Var Olmak Lazımsa Kan Akıtmamak Niye” olan Volkan teşkilatının faaliyetleri bildiri dağıtma ve bomba atma eylemleriyle sınırlıydı.
Sonrasında 9 Eylül ve Karaçete örgütleri de Lefkoşa’da etkin olmaya başlamıştı. 1958 yılında sıcak gelişmeler üzerinde Türk yönetimi ve örgütlerin refleks verip kabuğuna çekilen yapıda olmaları, birbirlerinden kopuk ve dağınık yapılarıyla bir hedef ve disiplinden yoksun olmaları gerekçesiyle Burhan Nalbantoğlu, 15 Kasım 1957 akşamı Rauf Denktaş’la birlikte Türkiye Cumhuriyeti Başkonsolosluğu’nda idari ateşe olarak görev yapan Kemal Tanrısevdi’nin evinde buluşarak TMT yolunda ilk adım atılır.
Emin Akkor
Bu gelişmelerin dışında bırakılan Dr Küçük’ün yönetimindeki Volkan’ın da saf dışı bırakıldığı TMT’nın kuruluşu 23 Kasım 1957 tarihli aşağıdaki bildiriyle ilan edildi:
“Kıbrıs Türk Halkına, Volkan, 9 Eylül Cephesi ve buna benzer teşkilatlar lağvedilmiştir. Bunun yerine Kıbrıs Türkü’nün bağrından çıkmış, gerek emperyalist Sömürge İdaresi’ne gerekse Kıbrıs’ı Yunanistan’a ilhak yolunda ENOSİS’i temine çalışan Rum sürülerine karşı Kıbrıs Türklerini savunma görevini üstlenmek üzere yeni bir teşkilat kurulmuştur. Bu bir saldırı değil, savunma teşkilatıdır. Bütün Kıbrıs Türklerini bu teşkilata sahip olmaya ve bu teşkilata sahip çıkmaya çağırırız.
Kıbrıs Türk Mukavemet Teşkilatı Merkez Komite”
Mücadelenin ileri götürülmesi için Türkiye’nin silah yardımında bulunması ve böyle bir teşkilatlanmanın örgütlenerek yönetilmesi ihtiyacını iletmek üzere Kıbrıslı Türklerin iki siyasi lideri Dr. Fazıl Küçük ve Rauf Denktaş’ın, Ocak ayının ardından yaptıkları Nisan 1958’deki ikinci ziyaretle yeraltı mücadelesine Türkiye’nin vereceği destek netleşmiştir. Kıbrıs’tan gelen talep değerlendirildikten sonra Türkiye Başbakanı Adnan Menderes’in talimatıyla TMT’nin yapılanması için Albay İsmail Tansu Kıbrıs İstirad Projesi kapsamında görevlendirilmiştir.
Yarbay Rıza Vuruşkan, Bozkurt unvanıyla TMT lideri olarak Türkiye İş Bankası Müfettişi sıfatıyla 1 Ağustos 1958’de Türkiye’den Kıbrıs’a gelmiş kendi örgütlenme çalışmasını yapmıştır.
Sonraki yıllarda TMT ile ilgili yapılan değerlendirmelerde 1 Ağustos öncesi ve sonrası için farklı tanımlar geliştirilmiştir.
TMT’de görev alan etkin isimlerden olan Hasan Demirağ, “TMT 1”- “TMT 2” şeklinde bir sınıflandırmayı uygun görmüştür Ahmet An, 1 Ağustos 1958’i, Kasım 1957’de başlayan sürecin devamı ve sadece yetkinin Türkiye’ye geçmesi olarak değerlendirirken, Ersan Berksel de 1 Ağustos öncesini Denktaş- Nalbantoğlu TMT’si olarak nitelendirmiştir.
Önceleri bu ayrıma karşı çıkan Denktaş’a göre TMT bir bütündür, ancak İdareci gönderen Türkiye, profesyonel şekilde direniş örgütüne sahip çıkıp yeni bir örgüt kurulmamıştır. İsmail Tansu’nun “Aslında Hiç Kimse Uyumuyordu” kitabından sonra Denktaş da TMT’yi iki safhaya ayırmıştır. Denktaş, Tansu’nun kendisinin göreve başladığı tarihi, TMT’nin kuruluşu olarak aktarması üzerine, İsmail Tansu’nun TMT’yi Türkiye’ye mal etmeye çalıştığı belirterek, “Kıbrıs’a ait ve Kıbrıslıların direniş mücadelesini Türkiye’nin direnişi haline getirdi” eleştirisini yapmıştır.
Filiz Besim’e konuşan TMT merkezde önemli görevler üstlenen Aydın Samioğlu TMT’nin kuruluş tarihi olarak 1 Ağustos’un belirlenmesi sürecini şöyle aktarmıştır:
“Bayraktarlık sancaklara bir yazı göndererek TMT’nin ne zaman kurulduğuyla ilgili görüş istemiştir. Sunulan seçenekler ise, “Kıbrıs’ta gizli bir örgütlenme kuruluşuyla ilgili Türkiye’de karar verilen tarih”, “ilk bayraktar Rıza Vuruşkan’ın Kıbrıs’a geliş tarihi” ve “örgütün ilk eylem tarihi” yer alıyordu. TMT mensuplarına bu üç soru sorulup görüşleri alınmasına rağmen Türkiye Cumhuriyeti, Rıza Vuruşkan’ın Kıbrıs’a geldiği 1 Ağustos tarihini TMT’nin kuruluş tarihi olarak ilan etmiştir.”
Aydın Samioğlu’na göre, TMT’nin kurucularının bazıları bu kararı içine sindirmedikleri için ilk törenlere katılmamıştır.
TMT’nin ne zaman kurulduğuyla ilgili tartışmalardan ciddi rahatsızlık duyan Kemal Tanrısevdi, 1997 yılında Neriman Cahit ile yaptığı görüşmede bunu sık sık dile getirirken, böyle bir tartışmanın Kıbrıslı Türklerin bizzat kendi mücadelesine karşı yapılan büyük bir haksızlık olarak görmektedir.
1 Ağustos tarihinde ısrar edilmesiyle TMT’yi kuran ve bu dava için mücadele edenlerin görmezden gelinmesi ve mücadelenin inkar edilmesi olarak değerlendiren Kemal Tanrısevdi, TMT’yi kendisiyle birlikte kuran Rauf Denktaş ve Burhan Nalbantoğlu’nun 1 Ağustos tarihini kabullenmelerinden üzüntü duyduğunu da aktarmıştır.
Yıllardır “Toplumsa direniş Bayramı” kapsamına alınarak TMT’nin kuruluşu 1 Ağustos olarak kutlanması benimsenmemiştir ki tartışmalar halen devam ediyor ve edecek gibi de görünüyor.
Kaynak: https://www.bagimsiz.com/tmtnin-kurulusunun-1-agustos-olarak-belirlenmesi-nasil-olmustur
(BAĞIMSIZ GAZETE – Emin Akkor – 1.8.2023)