“Omorfo’da geçmiş yazlardan hatıralar...”

Sevgül Uludağ

Kristalla Kartambi

(Omorfo’dan çok değerli arkadaşımız Kristalla Kart (ya da Kristalla Kartambi), “I LOVE MORPHOU” (“Omorfo’yu Seviyorum”) başlıklı sayfasında yayımladığı ve Omorfo’da geçmiş yazlardan hatıralarını paylaştığı güzel yazısını, ricamız üzerine Rumca’dan İngilizce’ye çevirdi. Biz de bu güzel yazıyı okurlarımız için İngilizce’den Türkçe’ye çevirdik. Sevgili Kristalla arkadaşımıza çok teşekkürler... S.U.)

Yaz tatilimiz her zaman Kutsal Ruh’a adanmış Pazartesi günü başlardı, bu, Yunan Paskası’ndan tam 50 gün sonraya denk gelirdi. Ancak bu Pazartesi’ne aynı zamanda “Kataklizmo” da denirdi “Tufan” ve Afrodit’e adada tağınmaya atfen... O gün, birbirini suyla ıslatmak adettendi... Sabahleyin portokal bahçelerini sulamak için su kuyusunun motoru çalıştırılırdı ve böylelikle herkesin ıslatılabilmesi için hazırda su bulunurdu... Aslında bu geleneğin kökenleri antik Yunan’da “Anthesteria” denen Çiçek kutlamalarında yatıyor. Kutlamaların üçüncü günü insanların suyla temizlenmeleri öngörülmekteydi... Aynı zamanda bu gün, Paska’dan sonra birkaç gün özgürce yeryüzünde dolaşmakta olan ölülerin ruhlarının artık yeraltı dünyasına dönmeleri günüydü ki bunu büyük bir hüzünle yaparlardı...

Yani böylesi bir günde, Omorfo’da eğlendikten sonra arabalarımıza doluşur ve deniz mevsimini açmak için sahildeki köy olan “Bodamos du Gambu”ya (Yedidalga – S.U.) giderdik.

HEDEF ŞAHURO’NUN LOKANTASI...

Sahildeki hedefimiz “Şahuro”nun lokantasıydı – sahibi Stelyos Şahuros idi (günümüzde bu lokantanın adı Aspava’dır). Kafamda o günleri canlandırıyorum ve Omorfo’dan bir kez daha yola çıkarak hayatıma onca mutluluk getiren sahile doğru yol alıyorum...

Omorfo çıkışındaki Sigelianu Sokağı’ndaki evimizden ayrıldık. 28 Ekim Sokağı’ndan geçiyor ve Deneysel Fidanlığın girişinden geçiyoruz, burada yolun iki tarafına dizilmiş ve bir yeşillik tüneli yaratan yaşlı çam ağaçlarının altından geçiyoruz... Omorfo ahalisi, uzun sıcak yaz ikindilerinde, bu taze yeşilliğin altında uzun yürüyüşler yaparlar ve manzaranın güzelliğinin tadını çıkarırlardı.

NİKİTA ADLI BİR KÖYCÜK...

Fidanlığın karşısında, sağ tarafımızda Omorfo’nun son evlerini görürdük, Dela Çigaridis’in, öğretmen Papasavva’nın evlerini, sonra Faruk diye bilinen Dimobullos’un portokal bahçelerini... Faruğun bahçelerinin karşısında ve solunda, SODEM diye adlandırılmış olan Omorfo Portokal Paketleme Fabrikası vardı ki bu Omorfo ahalisinin portokallarını serbest pazarda satmak maksadıyla oluşturdukları bir kooperatif idi.

SODEM’den sağa döndüğümüzde sahile gidecek yola çıkardık. Bu yol üzerindeki ilk çıkış, Nikita (Güneşköy – S.U.) köyüne gider, köyün adı Ayios Nikitas’ın adından geliyor ki köy merkezinde kilisesi vardı. Bu köy, 15 Eylül’ü Aziz Nikita Panayırı’yla kutlardı. Günümüzde bu kilise sessiz ve kapalıdır. Aziz Nikita dördüncü yüzyılın Alman kabilelerinde bir savaşçıydı, Hristiyanlığı erken kabul edenlerdendi ve inancı nedeniyle öldürülmüştü. Bu azizin bebekleri doğumdaki kusurlardan koruduğuna inanılmaktadır.

Gambo sahilinde yaz kampı... Fotoğraf, Bambos Savvidis'in arşivinden

“BARACİS’İN YILANLARI SOKSUN SENİ!”

Nikita köyü çıkışından hemen sonra Prastyo köyüne girerdik (Aydınköy – S.U.) Soldaki ilk ev, Ksanti diye bilinen (Sarışın demekti) annemin arkadaşına aitti, sarı saçları vardı çünkü. Ksanti’nin her renkten güllerin bulunduğu bir bahçesi vardı ve bizlere her zaman güzel güllerinden oluşan bir buket sunardı.

Prastyo’nun dışında portokal bahçeleriyle çevrili bir yer vardı ki buraya Baracis denirdi, eski zamanlarda Aynikola’ya adanmış bir manastır varmış burada. Ninemin verdiği belalardan biri de “İnşallah seni Baracis’in yılanı sokar” şeklindeydi! Sözkonusu manastır yıllardır tekredilmişti ancak 1954 yılında Baf’ın Livadi köyü sakinleri İngilizler tarafından kilisenin yanına “Neo Livadi” yani “Yeni Livadi” diye yeni bir yerleşim birimine yerleştirildiklerinde, Aynikola Kilisesi’ni renove ederek 1955 yılında yeniden açmışlardı. Bu manastırdan günümüze hiçbir şey kalmadı. Prastyo’nun dışında yol boyunca karpuz satılan galifler görürdünüz...

GAZİVERAN KÖYÜ VE KAÇIRMA OLAYLARI...

Prastyo’dan sonra Kıbrıslıtürk Gaziveran köyünden geçerdik. Köy girişinde Birleşmiş Milletler’in bir nöbet noktası vardı ve köye giriş yasaktı. Yaşlıların bize anlattığına göre, bir kır gezisinden geri dönmekte olan bir otobüs dolusu öğrenciyi ve Dr. Yannis Meleağros’u kaçırıp rehin almışlar. Meleağros, Takis Hacıdimitriu’nun kızkardeşi İvi ile evliydi. Bay Hacıdimitriu, bu olayla ilgili olarak şöyle yazmıştı:

“Doktor her zaman yaptığı gibi Pendaya hastanesindeki Kıbrıslırum ve Kıbrıslıtürk hastalarını görmeye gidiyordu. Haberler korkutucuydu, o günlerde kaçırma olayları felaket demekti. Hepimiz de hayatlarımızın en korkunç gecesini yaşadık...”

“Ertesi günü kaçırılanlar serbest bırakılmıştı fakat hepimizin içinde bir korku kalmıştı, ya yeniden yolu bloke ederlerse!”

Erkek kardeşim çocukluğundan kalma bir hatırayla insanların küreklerle ve taşlarla Omorfo’da oturup Gaziveran’dan Kıbrıslıtürkler’in “eli kulağındaki” saldırısını beklediklerini hatırlıyor... Bu ve benzer acılar, iki toplumlu çatışmanın sonuçlarıydı...

Kristalla'nın sevdiği deniz kenarı...

PENDAYA KÖYÜNDE EVCİKLER VE HASTANE...

Gaziveran’dan sonra hemen Pendaya köyüne girerdiniz... Pendaya’nın son kavşağında ise harika efgalipto ormanıyla karşılaşırdınız... Bu ormanın içinde Kıbrıs Madencilik Şirketi’ne ait bir hastane vardı, Dr. Rose da o hastanenin hekimiydi...

Bu harika yolun sonu, denizi ilk gördüğünüz yer olurdu... Bu yolun sonunda denizi görmek, çocukluğumun en büyük mutluluklarından biriydi... Sahile ne zaman varacağımız konusunda sabırsızlığım doruğa tırmanırdı. Bu sahilden CMC platformuna kadar birkaç evcikten oluşan Peristeronari köyü (Cengizköy – S.U.) vardı. Deniz de şimdiki turkuvaz renginde değil, kırmızı olurdu... 1921 yılında yapılmış eski limanda, bakır taşıyan vagonlar sık sık yolumuzu keserdi, yolu karşıya geçip limana giderlerdi... Biz çocuklar için en büyük işlence buydu... Denize o kadar yakındık ama aynı zamanda o kadar da uzaktık... Bakır, Karadağ, Aplıç ve “Fukassa” diye de bilinen Skuryodissa madenlerinden gelirdi... Deniz kızıl rengini suya karışan zehirli ve diğer atıklardan alırdı... Ancak o günlerde bugün olduğu gibi çevre konularında kaygı duymazdık...

“KIZIL DENİZDE YÜZEN DENİZKIZI...”

Ben Ksero’nun (Gemikonağı – S.U.) denizinin kırmızı rengini, ninemin bana anlatmış olduğu Büyük İskender’in kızkardeşi Denizkızı’nın hikayesiyle bağdaştırırdım. Hikayeye göre, Büyük İskander Asya’nın derinliklerinden geri dönmüş ve ölümsüzlük bahşeden su getirmiş yanında, kızkardeşi bunu yanlışlıkla içmiş. İskender bunu farkettiğinde artık çok geçmiş. Zaman geçmiş, İskender ölmüş, tüm akrabaları ölmüş ve kızkardeşi teselli bulamaz vaziyette Tanrılar’a bu durumdan kurtarılması için yalvarmış. Tanrılar ona acımış ve onu kızıl denizde yüzen bir Denizkızı’na dönüştürmüşler... Bir gemi gördüğünde gemiyi durdurur ve sorarmış: “Kral İskender hayatta mıdır?” Ksero’da bu sahilde, her Mayıs ayında ölümsüzlük çiçekleri açar... Küçük, menekşe renkli çiçeklerdir bunlar, onlara ölümsüz denir çünkü günlerce bir vazoda hiç susuz dayanabilirler...

LEFKE’YE ULAŞAMAZDIK ARTIK...

Solda bir tabellada “Lefke” yazıyor... Yolun sağında ve solunda 1936 yılında CMC maden işçileri ve aileleri için yaptırılmış minik evler vardır. Bu yol nihayetinde geçit vermez ve güçlü bir kale gibi duran tepelerle çevrilmiş Lefke köyüne varır... Lefke’nin tüm Kıbrıslırum sakinleri, 1958 yılında buradan kovulmuştu... Pek çoğu gelip Omorfo’da yaşamaya başlamıştı. Burada Bakire Meryem Agentus Kilisesi de vardır (sizi acılardan kurtardığına inanılmaktadır). Geçmişte bu kilise saldırıya uğramıştı ve şimdilerde boş ve sessizdir... Kiliseye yakın bir noktada bir pınar vardı ve Lefke’nin kızları bu pınara gidip yüzlerini yıkarlar ve Bakire Meyrem’den rüyalarında gelecekteki eşlerini kendilerine göstermesini dilerlerdi... Eski günlerde Kıbrıslırum çiftçiler Lefke’ye ürünlerini satmaya gelirlerdi. Lefke, bölgenin idare merkeziydi ancak daha sonra bu idare merkezi Omorfo’ya taşındı. Ninemin kızkardeşi Agathi buraya meşhur büyücü Lemma’yı bulmaya gelmişti, kızının kiminle evleneceğini öğrenmek için gitmişti ona. Çatışma öncesiydi bu... Lefke, 1960’lı yıllarda bizim artık ulaşamayacağımız bir yere dönüşmüştü... Orası bizler için sanki de uzak ve bilinmeyen bir ülke gibiydi...

KAYALIKLARDA YAŞAYAN GÜVERCİNLER...

Karavostasi’de (Gemikonağı – S.U.) lokantanın adı Kalamiyes idi... Orada sahilde, Vasilis Şagallis usta “Argo” adlı bir gemi inşa etmişti... Yukarıda solda amfitiyatrosuyla Soli bölgeyi yönetir gibiydi. Omorfo Rum Lisesi öncülük ederek Solo’nun antik trajedilerini burada büyük başarıyla sahnelemekteydi.  Bodamos du Gambu’ya (Yedidalga – S.U.) girerken “sevgi çiçeği” adı verilen çiçeklerden oluşan koca ağaçlar mis kokularıyla bizi karşılıyor. Yol boyunca babutsalar birer duvar gibi dizilmiş ve bizlere Şahuros, Yannis ve Toullis’in yazlık lokantalarına kadar eşlik ediyorlar... Şahuros’ta dev bir kayalığın önüne parkediyoruz aracımızı, güvercinler bu kayalıklarda açılmış deliklerin içinde yaşıyorlar... Hep birlikte yüksekten, denizin üstünde uçuyorlar ve çok güzel şekiller ortaya çıkarıyorlar... Efgalipto ağaçlarının altında oturup jukebox’ta (parayla çalışan müzik kutusu – S.U.) çalınan eski halk şarkılarını dinliyorum... Favori denizimde bir kez daha “vaftiz” oluyorum... Günümüz sona eriyor... Yorgun ama mutlu biçimde eve dönüyoruz... Ev!!! Biz göçmenler için bu sözcük çok büyük üzüntüler getiriyor... Yarın yeni bir gündür ancak bizler için eski günler orada, sevgili Omorfo’da yaşıyor...

(Kristalla Kart’ın yazısını  İngilizce’den Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).