Hakkı Yücel
yucelh@kibrisonline.com
Walter Benjamin’in İkinci Dünya Savaşı cehennemi sırasında kaleme aldığı son çalışması olan “Tarih Felsefesi Üzerine Tezler”, ağırlıklı olarak onun ‘tarih’ ve ‘tarih yazımı’ üzerine eleştirel değerlendirmelerini içermektedir. O ‘tezler’in dokuzuncusunda (IX. Tez), tarihin ‘ne’liğini ortaya koymak bakımından ressam Paul Klee’nin ‘Angelus Novus’ tablosundaki ‘melek’i bir metafor olarak kullanan Benjamin, şunları yazmaktadır:
“Klee’nin ‘Angelus Novus’ adlı bir resmi vardır. Kıpırtısız durduğu yerden uzaklaşmaya niyetli görülen bir meleği canlandırır. Gözleri faltaşı gibi, ağzı, kanatları açıktır. Tarih meleğinin görünüşü böyle olmalı. Yüzü geçmişe dönüktür. Bizim bir olaylar dizisi olarak gördüğümüz yerde o yalnızca bir felaket görmektedir, yıkıntı üstüne yıkıntı yığıp onun ayağının dibine iten bir felaket. Geri kalmak, ölüleri uyandırmak ve yenilmişleri toplamak ister melek. Gelgelelim, cennetten bir fırtına esmekte, şişirmektedir kanatlarını, o kadar ki, artık onları kapatamaz melek. Bu fırtına onu sırtını döndüğü geleceğe doğru itmektedir boyuna; öte yandan da gözünün önünde yıkıntı üstüne yıkıntı biriktirmektedir göğe dek. Bu fırtına bizim ilerleme dediğimiz şeydir.”
Bu kısa ama yoğun metinde ‘melek’ üzerinden tarihi anlamlandırmaya çalışırken Benjamin, onun geçmişe dönük yüzüyle baktığı yerde gördüklerinin -gördükleri baştan aşağıya yıkımdan ibaret bir felaketler yığınıdır- gözlerini faltaşı gibi açmasına neden olacak bir dehşet tablosu olduğuna vurgu yapmakta ve buradan hareketle aslında ‘ilerleme’ denilen şeyin, son kertede, bu ‘felaketler yığını’nın toplamından ibaret olduğuna dikkat çekmektedir. Daha açık bir biçimde ifade etmek gerekirse bu tezde, doğrusal bir çizgi halinde hep daha iyiye ve daha güzele doğru aktığı varsayılan, bu bağlamda ‘ilerleme’nin kaçınılmaz olduğuna vurgu yapan “ilerlemeci tarih” anlayışının bir savsata olduğunun altını çizmektedir. Marksist bir entelektüele ait bu değerlendirmeler acaba çok mu karamsar diye sorulabilir? Milyonlarca insanın hayatına mal olan iki Dünya Savaşı vahşetinin ve dolaylı olarak da olsa kendi trajik sonunu da getiren ‘holocaust’un kısmi tanıklığı içinde geçen 48 yıllık ömürse söz konusu olan, bunu söylemek zordur. Kaldı ki sadece kişisel trajediyle sınırlı bir hikâye değildir bu. Değildir, çünkü bizatihi modernitenin (ilerlemenin) temsilcisi olan Avrupa ve onun tarihi bunun çok karamsar bir değerlendirme olmadığını ortaya koyacak kadar kanlı bir geçmişe sahiptir ve zaten Benjamin’in eleştirel yorumları da -şüphesiz tartışmaya açık yorumlardır bunlar- büyük oranda buna yöneliktir.
Bu noktada tablonun bütününü görebilmek için belki daha gerilere gitmek gerekmektedir. Modernite ile birlikte insanlığın gelişim tarihinde önemli bir eşik geçildiği ve bu aşamada yeni öncüllerin gündeme geldiği malûmdur. O temel öncüllerden bir tanesi, o döneme kadar hâkim olan kuşatıcı ‘mutlak inanç’ anlayışının yerine, karşılığını Kant’ın “separe aude”sinde bulan ve bir bakıma Aydınlanma’nın amentüsü olarak kabul edilen belgide, insanın etkin özne ve irade olarak ortaya çıkmasıdır. Bu artık ‘aklın’ ön alması, doğa karşısında güç kazanması hâlidir ve doğayla girişeceği mücadelede insanın en büyük dayanağı da sorularına somut karşılıklar verecek, çözümler bulacak ‘modern bilimler’dir. ‘Kartezyen-Newtoncu’ bir anlayışın hâkim olduğu modern bilimin büyük iddiası ise doğaya ait olguların ‘nesnel yasaları’ olduğu ve bu yasalardan hareketle kesin bilgiler edinilebileceğidir. İşte bu iddiadan hareketledir ki Aydınlanma insanlık adına ‘ilerleme’nin kaçınılmaz olduğunu vazedecek, bu bağlamda tarihin doğrusal bir çizgi halinde daha iyiye ve güzele ilerleyen, arzu edilir, kaçınılmaz bir süreç olduğu anlayışı yerleşecektir. Kabul etmek gerekir ki insanlık bu serüvende göz kamaştırıcı gelişmeler de yaşayacaktır, ancak ne var, sanıldığının aksine bu ‘ilerleme süreci’nin maliyeti de çok ağır olacak, bir başka ifadeyle, ‘ilerleme’ süreci zaman zaman inkıtaya uğradığı gibi yolundan da sapacak, vahşet ve kana bulanacaktır. Nitekim Benjamin’in “Tarih Felsefesi Üzerine Tezler” başlıklı çalışmasında yer alan 9. Tez’de anlatmaya çalıştığı da işte budur.
Bunun böyle olmasının şüphesiz başka sebepleri de vardır. İşte o sebeplerden birisi ulus devletlerin ortaya çıkması ve tarihsel bir sistem olarak kapitalizmin evrensel ölçekte egemen olmasıdır. Siyasal, ekonomik ve sosyal anlamda geçmişten bir farklılaşmayı işaret eden bu dönemde ulus-devlet kendi sınırları içinde yeni bir siyasal yapıdır, bu sınırlar içinde siyasal-ekonomik bir güç merkezidir ve bu gücü elinde bulunduran da yeni bir sınıf olan burjuvazidir. Onu -burjuvaziyi- ayakta tutan ise ekonominin ‘asli aktörü’ olması, yani ekonomiye yön vermesidir ve buradaki ekonomik yapının esası da artı değerdir, sömürüdür. Kapitalizmin evrensel ölçekte yaygınlık kazandığı bu yeni dönemde uluslararası sistem de ‘güç çatışması’ (reel-politik) üzerinden işlerlik kazanacak ve bu güç çatışmasının arkasında da her zaman ‘ekonomik çıkarlar’ belirleyici rol oynayacaktır. Bir başka ifadeyle kapitalizm bir yandan ulus devlet sınırları içinde varlığını sürdürürken bir yandan da yeni kaynaklar ve pazarlar elde etmek amacıyla başka ulus-devletlere yönelecek, bu ise yoğun bir emek sömürüsü yanında, milyonlarca insanın ölümüne neden olacak kanlı savaşların yaşanmasına yol açacaktır. Sadece bu da değildir, ister kalkınma adına olsun, ister daha çok sermaye birikimi sağlamak adına olsun, isterse refah yaratmak adına olsun kapitalizmin sömürüye dayanan bu ‘vahşi’ karakteri yığınlar halinde insanın emeğini çalıp hatta canını alarak, üretilen servetin son kertede dar bir zümrenin, bir avuç zenginin elinde toplanmasını sağlarken, aynı anda doğayı da tahrip edecek, ekolojik yıkıma yol açacaktır.
Bu öylesine dizginlenemez bir süreç olacaktır ki, 19.yüzyıl sonu ve 20.yüzyıl başlarına gelindiğinde, kimi kesimlerin dillendirdiği, o dönem itibarıyla teknolojik - bilimsel düzeyde yaşanan gelişmişliğin insanlık adına artık çatışmalardan uzak yeni ilişkileri ve başlangıçları yaratacağı düşüncesinin aslında kof bir hayal olduğu, çok kısa süre sonra yaşanacak büyük savaşlarla (Birinci ve İkinci Dünya Savaşları ve diğerleri) anlaşılacaktır. Dahası o dönem itibarıyla ulaşılan teknolojik-bilimsel gelişmeler, hayal edildiğinin tam aksine bu savaşların birer kâbusa dönüşmesinin araçları haline gelecek, aynı anda sömürü katmerleşecek, sınıflar ve devletler arası hiyerarşi derinleşecek, bir başka ifadeyle ‘ilerleme’nin temel öncülleri olan bilim ve teknolojik gelişmeler o ‘ilerleme’yi son kertede, tıpkı Klee’nin tablosundaki ‘tarih meleği’nin gözleri dehşetten faltaşı gibi açılmış halde izlediği, felaketler yığınına dönüştürecektir.
Kuşkusuz insanlığın tarihsel gelişimi sadece bu yazılanlardan ibaret değildir, geçmişten bugüne birçok alanda devasa ilerlemeler de sağlanmış, bilimsel rasyonalite aynı zamanda birçok sorunları da çözebilmiştir. Bir başka gelişme ise 20. yüzyılın ilk çeyreğinde sömürülenlerin, ezilenlerin büyük umudu olarak Çarlık Rusya’sında gerçekleşen ve sonrasında blok halinde bir güce dönüşen sosyalist sistemin coşkulu bir parantez olarak araya girmesi olmuş, ancak bu parantez aynı yüzyıl sonu itibarıyla, yarattığı umutları da büyük oranda beraberinde sürükleyerek kapanmıştır. Bu ise sistem olarak kapitalizmi ve onun siyasi-ekonomik ideolojik çerçevesini oluşturan liberalizmi bâki kılarken, bugün itibarıyla bu sistemin kendini farklı alanlarda reforme etme, iyileştirme çabaları ve uygulamaları, kısmi başarılarına rağmen, ne siyasal ve sosyal hiyerarşiyi, ne de adaletsizlikleri ortadan kaldıramadığından, ciddi gerilimler yaratmaya da devam etmiştir. Keza ekonomik büyümeye ve doymak bilmez kâra endeksli bu zihniyet ekolojik tahribatını da artırarak sürdüre gelmiştir. Buradan bakınca denilebilir ki ‘modern sonrası’ bir dönemi işaret eden ve yeni başlangıçları zorunlu kılan 21. yüzyıla varıncaya kadar, ‘ilerleme’ adına insanlığın yaşadığı tarihsel gelişim serüveni, öngörüldüğünün aksine, diyeti çok ağır, bata çıka ilerleyen bir süreç halinde gerçekleşmiştir ve gelecek adına buradan çıkarılması gereken önemli insanlık dersleri vardır.
Geçtiğimiz hafta özel bir işletmeye ait Soma Maden Ocağı’nda meydana gelen ve resmi açıklamalara göre 301 maden işçisinin ölümüyle sonuçlanan korkunç facia, insanlığın tarihsel gelişim serüveni hatırlandığında, bu yolda ödenen ağır diyetin Türkiye ölçeğinde hâlâ devam edegelen, trajik bir örneğidir. İnsanın yüreğini burkan bu tablo, ekonomik büyüme adına doğayı pervasızca yağmalayan, gösterişli açılış törenleriyle ülkenin kalkınmakta ve gelişmekte olduğunu kendinden geçerek anlatan zihniyetin yarattığı, gurur duyduğu eserin arkasında hangi gerçekliğin olduğunu açığa çıkarmıştır. O gerçeklik, yeryüzünü pervasızca yağmalayarak servet sahibi olanların diyetini, yeraltında iş güvenliğinden yoksun, iki paraya çalıştırılan yoksul emekçilerin hayatları pahasına ödedikleridir.
Aslolan bu gerçekliğin, sistemin paryası haline gelen insanlardan yana değişmesi, özgürlük ve adaletin tesis edilmesidir. ‘İlerleme’nin esası bu zeminde önce ve sonra insan olmalıdır, tarih bunun böyle olması gerektiğini hatırlatacak acı örneklerle doludur.