“Önemli bir belgesel: Bölünmüş Ada…”

Sevgül Uludağ

Ertanç HİDAYETTİN/Kıbrıs Postası

(Değerli arkadaşımız Ertanç Hidayettin, “Bölünmüş Ada” belgeselinin dengeli ve travmalara hassas biçimde yaklaşımıyla, izleyenlerde empati yarattığını yazıyor… Geçmişle yüzleşmeye dair bu önemli belgesel filme dair yazısını teşekkürlerimizle paylaşıyoruz. S.U.)

Aynı kitabı kısa bir sürede birkaç kez okuyabilirim, ancak aynı filmi tekrar görmek istemem için aradan bayağı uzun bir süre geçmesi gerekir. Bu geleneğimi geçenlerde bozdum ve “Divided Island – Bölünmüş Ada” belgesel filmini bir ay içerisinde ikinci kez görmeye gittim.

Kıbrıs’ın trajik hikayesi üzerine çok filmler, belgeseller yapıldı, kitaplar, romanlar yazıldı, Konferanslar, toplantılar düzenlendi. Ünlü “The Guardian”, “Morning Star” gazetelerinden tutun, “Church Times” gazetesine kadar üzerine yazı yazılan, gösterildiği tüm sinemaları tamamen doldurtan “Bölünmüş Ada” belgeselinin özelliği neydi?

TARAFSIZ PERSPEKTİF…

Bana göre belgeseli Londra’nın Enfield bölgesinde büyüyen iki Kıbrıslı genç arkadaşın birlikte yapması belki de belgeselin en önemli özelliğidir. Londra’da doğup büyüdüler ama nerede yaşarlarsa yaşasınlar her Kıbrıslı gibi bu iki genç adam da Kıbrıs trajedisinden etkilendiler. Aile fertlerini kaybettiler. Ama bu unsur filmi çok alışılmamış taze, tarafsız bir perspektifle sunmalarına engel olmadı.

SAMİMİYETLERİNİ İSPAT ETTİLER…

Yönetmen Ceyhun (Cey) Sesigüzel ve Yardımcı Yönetmen Andreas Tokkallos, tamamlanması 4 yıl süren projeleri için şu mesajı vermeyi amaçlamışlardı: “Kıbrıs’ta barışa, karşılıklı anlayışa ve birlikte çalışmaya fırsat verilmelidir.” Filmin politik amacı olmadığını ısrarla vurgulayan Sesigüzel filmine politikacıları dahil etmemekle bu iddiasında ne kadar samimi olduğunu ispat etmiş oldu.

DENGELİ, TRAVMAYA HASSAS YAKLAŞIYOR…

Belgeseli ilk gördüğümde aklıma hemen yerleşen düşünce bu önemli yapıtın ne kadar dengeli, Kıbrıs’taki tarafların yaşadığı güçlüklere, travmaya ne kadar hassas yaklaşıldığı düşüncesi oldu. Belgeselin siyasetçilere değil, bağımsız siyasi bilimci, tarihçi, travma terapisti gibi uzmanlara yer vermesinin bu önemli yapıtın başarısında hiç şüphesiz çok büyük rolü oldu.

Biz Kıbrıslılar dünyanın merkezinin Sarayönü veya Metaxas Meydanı olduğunu sanan toplumlarız. O yüzden Kıbrıs sorununa da bu dar çerçeveden bakma yanlışlığına düşeriz çoğu zaman. Bölünmüş Ada belgeseli bu yaklaşımı sorunun tarihsel sürecini politik bilimci James Ker-Lindsey’nin ağzından yalın bir dille bir nebze sorguluyor ve düzeltmeye çalışıyor.

EMPATİ…

Cey Sesigüzel, “…Kıbrıslılar’ın yaşamış olduğu, paylaştıkları bu travmanın çevresinde biraz daha empati yaratma yöntemini araştırmayı umuyorduk...” diyor. Belgesel bu amacı başarı ile yerine getiriyor, çünkü izleyenlerin aklına ilk gelen bir şeydir sanırım empati sözcüğü. Kişisel travmalarından bahsedenlerin sadece kendilerinin değil, diğer toplum fertlerinin yaşadıkları üzerine büyük bir olgunlukla empati yapabilmeleri bir kez daha savaştan en kötü etkilenenlerin en ateşli barış savunucuları olabildiklerini gözler önüne serdi.

“SAVAŞ SUÇLARINI SAKLAYANLAR, SUÇLULARI KORUMUŞ OLURLAR…”

Kıbrıs konusunda yığınlarca kitap yazmış, ülkemizde ayrılığın tohumlarının nasıl atıldığını anlatmış olan değerli dostum Yaşar İsmailoğlu belgeselde sevgili kardeşi Orhan’ın öldürülmesinden bahsederken “düşman” kavramından değil, batan gemiyi ilk terk eden kaptan misali bölgeden kaçan ama kardeşi dahil birkaç genci ölüme gönderen sözde asker komutanından yakındı. Komikebir’de babası götürülüp öldürülen ve yakınlarından halâ kayıpları olan Christina “nefret, nefreti getirir” diye konuştu. Kayıpların kalıntılarının bulunması için yıllardır olağanüstü çaba gösteren gazeteci Sevgül Uludağ, her iki toplumdan savaş suçu işleyenlerin bulunması gerektiğini söyleyip “Savaş suçlarını saklayanlar, savaş suçlularını korumuş olurlar” dedi ve durum böyle devam ettiği sürece barışın mümkün olamayacağını sözlerine ekledi.

London School of Economics (LSE) profesörlerinden James Ker-Lindsay ve Avustralya Flinders Üniversitesi’nden Profesör Andrekos Varnava, terapi uzmanı Tom Fortes Mayer, T-Vine dergisi Genel Yayın Yönetmeni İpek Özerim, belgeselde görüşlerine başvurulan diğer kişiler, adil, gerçekçi ve tarafsız yaklaşımları ile belgeselin ayrıcalığına büyük katkıda bulundular.

Belgeselde ilerisi için umut vadeden en önemli katkı bence “Unite Cyprus Now” (“Kıbrıs’ı Şimdi Birleştiriniz”) adlı aktivist grupta adada barış için birlikte çalışan iki gençten, Kıbrıslırum Andromahi Sofokleus ile Kıbrıslıtürk Kemal Baykallı’dan geldi.

SİYASETÇİLERE RAĞMEN BARIŞ…

Bedbaht adamız Kıbrıs’ta 61 yıldan beri çözüm ve barış çabaları başarısız olmuştur. Yarım asırdan beri de Kıbrıs bölünmüş bir ada olmaya devam etmektedir. Şu an Kıbrıs için çok tehlikeli bir süreç yaşanmaktadır. Filmde yeralan uzmanların da belirttiği gibi bu durumun daha fazla devamı düşünülemez. Aksi takdirde sonuç çok vahim olur. En fazla ada halkı için. Andromahi Sofokleus, Kemal Baykallı ve onlar gibi birçok barışseverler gelecek için tek umut kaynağıdırlar. Barış onlar tarafından sağlanacaktır. Siyasetçilerin girişimi ile değil, onlara rağmen.

“Divided Island” belgeseli Sevgül Uludağ’ın sözleri ile sonlandı. Yazımı da bu anlamlı sözlerle sonlandırıyorum. Bu belgesel ile Kıbrıs’ta barışa büyük bir katkı yapan Cey Sesigüzel ve Andreas Tokkallos’a Kıbrıslılar olarak büyük bir minnet borcumuz vardır. “Barış temel bir insan hakkıdır, ancak barışı sağlamak büyük çaba gerektirir… -  Sevgül Uludağ.”

(KIBRIS POSTASI – Ertanç HİDAYETTİN – 22.12.2024)


***  GEÇMİŞLE YÜZLEŞMEYE DAİR EDEBİYAT ESERLERİ…

“Yüzyıllık Yalnızlık romanı Türkiye'ye iki hapishanenin parmaklıklarından geçerek girdi…”

Zeynep Miraç/BBC

"Albay Aureliano Buendia, yıllar sonra idam mangasının karşısına dikildiğinde, babasının onu buzu keşfetmeye götürdüğü o çok uzaklarda kalmış ikindi vaktini anımsayacaktı."

Böyle başlar Yüzyıllık Yalnızlık. Dünya edebiyatının en bilinen, en çok okunan, en sarsıcı başyapıtlarından biri…

Şu sıralar romandan uyarlanan diziyle gündemde.

Üstelik yazarının yıllarca direnmesine, "bu romandan film olmaz" demesine rağmen çekilen bir diziyle…

Edebiyat yapıtlarının beyazperdeye aktarılması, her zaman tartışmalı olur.

Beğenenler, beğenmeyenler, romanın kurduğu dünyayı ekranda görünce hayal kırıklığına uğrayanlar… Bu, başka bir yazının konusu.

Biz çok daha geriye gidip Yüzyıllık Yalnızlık romanının Türkçe ile buluşma hikâyesini anlatacağız.

Yıl 1967, Gabriel Garcia Marquez Yüzyıllık Yalnızlık romanını tamamladığında Buenos Aires'teki yayıncısına posta ile göndermek istedi.

Posta 82 pesos tutuyordu ve cebinde o kadar parası yoktu. Biyografisine göre ancak yarısını gönderebildi, geri kalanını ise borç bularak tamamladı.

1967 yılında yayımlandığında ilk hafta sekiz bin adet sattı, ünü hızla yayıldı.

1970'te Gregory Rabassa tarafından İngilizceye çevrildikten sonra ise kısa sürede dünyanın en çok satan romanları arasında girdi.

Çeviri: Seçkin Selvi, Adres: Sağmalcılar Cezaevi

Türkiye'deki yolculuğu da 1973'te başladı.

Yüzyıllık Yalnızlık'ı elinize aldığınızda kapakta Marquez ile birlikte bir isim görürsünüz. Çeviri: Seçkin Selvi.

Önce onun 1973'teki adresini vermekle başlayayım: Sağmalcılar Cezaevi.

Neden mi?

1968 yılında çevirdiği, Stalin'in Lenin'in ölümünün ardından kaleme aldığı metinden ötürü hakkında dava açılmış, 3,5 yıl hapsi istenmişti.

1972 yılının ilk günlerinde sonuçlandı dava.

Bir buçuk yıl mahkûmiyet, bir buçuk yıl da Bursa'da sürgün cezası verildi.

O bir buçuk yılı, şimdiki adı Bayrampaşa olan Sağmalcılar Cezaevi'nde yattı.

Cezaevinde en büyük uğraşı yine çeviriydi. Görüşmeye gelenlerin eli sigara kartonlarıyla ve çevrilecek kitaplarla dolu oluyordu.

1973 ilkbaharında çevrilmek üzere gelen bir kitap, ta Latin Amerika'dan uzanıp hayatında büyük iz bırakacaktı.

Sander Yayınevi'nin sahibi Necdet Sander, Gabriel Garcia Marquez'in Yüzyıllık Yalnızlık çevirisi için Can Yücel ile anlaşmıştı. Şair de aynı günlerde Adana Cezaevi'ndeydi.

Yücel, kitabı çevirmeye başladıysa da 60'ıncı sayfadan sonrasına koşullar elvermemişti bir türlü.

Bunun üzerine Adana'dan Bayrampaşa'ya bir yolculuk daha yaptı Yüzyıllık Yalnızlık.

"Hücreme Latin Amerika'nın turuncu güneşi doldu, Mayalardan, Azteklerden biriktirilmiş sözlü edebiyatın Anadolu masallarıyla örtüşen ışığı doldu, Kolombiya yerlilerinin Yörük desenleriyle buluşan kilimleri serildi ranzama" diye anlatıyor Selvi o günleri.

"Çeviri sonuna yaklaşırken bitmesin, biraz daha sürsün birlikteliğimiz diye elimi ağırdan alıyordum."

Necdet Sander'in ölümünün ardından yayınevi kapanınca, diğer pek çok çevirisi gibi Yüzyıllık Yalnızlık da Can Yayınları tarafından alındı.

Birkaç baskıdan sonra yayınevinin sahibi Erdal Öz, "Bu kitabı iki kişi çevirdi, Seçkin Selvi ile Can Yücel birlikte çevirdiler gibi spekülasyonlar yapılıyor. Gel şu altmış sayfayı da çevir. Söylentiler bitsin" dedi.

On yıl sonra ilk bölüm de Seçkin Selvi Türkçesiyle yayımlandı.

“AİLE BÜTÇEME EN ÇOK KATKISI OLAN ERKEK…”

Çevirdiği 200'e yakın kitabın arasında Yüzyıllık Yalnızlık farklı bir yerde duruyor Seçkin Selvi için.

"Çevirdiğim bütün kitaplara aynı özeni gösterdiğim, aynı emeği verdiğim halde çevirmenliğim neredeyse Yüzyıllık Yalnızlık'la özdeşleşti" diyor.

"O çevirinin ötekilerden daha iyi olmasından değil, kitabın sarsıcı gücünden kaynaklandı bu".

Kitabın, çevirmenine önemli bir katkısı daha oldu. Kitap baskı üzerine baskı yaparken "Aile bütçeme en çok katkısı olan erkek" dedi Marquez için…

Kitap şu anda 91'inci baskıda. Ayrıca bu ay Can Yayınları tarafından özel baskısı da yayımlandı.

Dizi fikrine nasıl yaklaştığını sorduğumda, "Bana aykırı geliyor" diyor Seçkin Selvi.

"Marquez'in diğer kitapları bir tarafa, Yüzyıllık Yalnızlık yazarın okuru kitapla baş başa bıraktığı, okurla işbirliği yaptığı bir romandır. Büyülü gerçekçilik de burada kaynaklanıyor.

"Romandaki tipleri siz kafanızda tipleri oluşturuyor, olayları onların gözünden yaşıyorsunuz. Dizi, dünyanın en güzel kadrosuyla çekilmiş olsa bile hiçbir zaman sizin kafanızdaki tiple aynı olmayacak.

"O zaman büyülü gerçekçilik olmaktan çıkıyor, empoze edilen bir şey oluyor. İşbirliğini ortadan kaldırıyor."

Uyarlama fikri romanın yazarına da aykırı geliyordu. Sayısız teklif almıştı Marquez.

Ama başka romanlarının filme çekilmesine itiraz etmemesine rağmen Yüzyıllık Yalnızlık için gelen bütün teklifleri reddetti.

"Bu roman sinemaya karşı yazıldı" diyordu, "edebiyatın sinemadan çok daha geniş bir kapsamı olduğunu gösteriyor".

Yazar 2014'te ayrıldı bu dünyadan. Uyarlama teklifleri bu kez oğullarına gelmeye başladı.

Babalarının vasiyetini yerine getirmek yerine Netflix'in teklifi kabul ettiler, üstelik dizinin yapımcısı oldular.

Bir röportajlarında babalarının Hollywood yıldızları ile Amerika'da çekilmesine ve birkaç saate indirgenmesine itiraz ettiğini, Kolombiya'da İspanyolca çekilen dizinin bu şartları yerine getirdiğini söylediler.

Seçkin Selvi'ye son bir soru soruyorum: Diziyi seyredecek misiniz?

"Seyredeceğim" diye cevaplıyor sorumu, "Ve muhtemelen yazacağım. Çok öfkelenirsem yazarım. Belki de hiç beğenmem, yazmaya değmez o zaman".

(BBC – Zeynep MİRAÇ – 22.12.2024)