Aliye Özsoylu
s_4freedom@hotmail.com
Önyargı; bir insanın başka bir insana, başka bir şeye ya da başka bir canlıya karşı oluşturduğu savunma mekanizmasıdır. Korunma duygusunun paranoyak halidir. “İyi ol ama kötü düşün” fikrini, dışarıda tanıştığı “yeni olana” hissettirme mecburiyetini aşılayan tahammülsüzlüktür. Genelde sadece beyinde yaşamaz; o fikir oluştuğu anda çoğu zaman hareketlere de yansıması kaçınılmazdır. Dışarıya, yabancıya karşı sergilenen “önyargı”, hayali bir kalkan görevi üstlenir. Farklı olana, yeni olana duyulması istenilen güven duygusunun hastalanmış düşünce halidir. Önyargının egosu kendiliğinden o kadar güçlü oluşur ki; iyileştirilmesi gerekilen “bir şey” olduğunu düşünmediğiniz sürece kafanızda huzurlu bir ortamın oluşmasına izin vermez. Bu süreç; insan beyninde başlar, toplum yaşantısının şekillenmesinde son bulur. Toplumdaki adı “tabu”dur ve bazı düşüncelere “dokunulmazlık” sağlar. Önyargı; insanoğlunun “kabullenme” ve “tartışabilme” özelliklerini en aza indirebilme özelliğine sahip olan zincirin birinci halkasıdır ve joker suratlıdır.
Her insan dünyaya gelirken elinde birkaç joker kartını da beraberinde getirir. Masaya oturur ve gerektiğinde bunları kullanmak için aklını devreye sokar. Bir iskambil oyunu oynadığımızı düşünürsek; jokerimizi kazanmaya yakın olduğumuzu düşündüğümüz anda kullanırız. Bu avantajı önyargı için düşünürsek de; onu doğru kişilere karşı kullanmamız gerektiğini varsayarız. Bana kalırsa bu varsayım olması gerekendir. Çünkü korunma içgüdüsüyle savunma kalkanını kuşanmak; enerji gerektirir. Bunu her “yeni” karşılaştığımıza uygulamaya çalışırsak yorgun düşeriz ve her seferinde “önyargı” kazanmış olur. “Başka olan” herkese, her şeye, her döneme, her düşünceye gerektiğinde izin verilmeli ve gerektiğinde de joker kartını göstermeli. Bu şekilde bir denge yaratmaya çalışmak “ütopya” değildir, tam aksine insanın yapabileceği gerçeklerden bir tanesidir ve sağlıklı bir güven duygusunu elde edebilme şansıdır.
Her insan biraz önyargılıdır. Her şeyin dozu aşırıya kaçtığında insanın kendisine zarar verdiği gibi, “önyargı”nın fazlası da kişiyi yalnızlaştırır ve sanıldığının aksine korunmasız bırakır. Herkes bir derece kendini korumalıdır kendinden. Dışarıya karşı doğru şekilde savunma tekniği geliştirmek bu noktada başlar. Hayatı boyunca karşılaşılacak olan “başkalarına”, doğru zamanda ve doğru yerde kendini açıklama şansı tanınmalı, anlamaya çalışmak da vakit kaybı sayılmamalıdır. Aynı durum toplumlar, dönemler ve kültürler için de geçerlidir. Farkı ise, daha karmaşık olması sebebiyle daha çok sabır ve daha yabancı olması sebebiyle de daha kontrollü bir güven duygusu gerekliliğidir. İnsanoğlu, toplumları ve kültürleri tek tek bir araya gelerek ve o teklikten bir bütün oluşturarak yaratır. Önyargı da insandan kültüre ve topluma taşınırken “tabu” halini alır. “Tabu”; önyargının çoğul halidir. Tartışmayı kabul etmeyen, yanına yaklaşmasına müsaade etmeyen, kendini kabul etmeyeni hiç düşünmeden dışlayabilen, kendinden olmayan tüm yabancı düşüncelere ateş püskürterek susturmaya çalışan, kültürel toplulukların oluşturduğu tehlikeli maddelerdir. Zaman onun için her zaman geriye doğru işleyen bir kavramdır. Kendi başına değerlendirildiği zaman bir toplumu ileriye taşımaz ve bulunduğu her döneme de yakışmaz.
Kültürel tabular; “düşünce” tabularından çok daha masumdur. Mesela; Hindistan kültürünün en bilindik tabusu ineklerdir. Onlara duyulan sonsuz inanç onlara zarar verilmesini yasaklar. İnsanlardan daha çok saygı görürler ve her durumda başkalarına karşı korunurlar. Bu yaptırım, bu inanç biçimi, Hindistan kültürüne ait olmayan diğer kültürel varlıklara “saçma” gelebilir. Bunun sebebi ise, “tanıdık” olmadıkları, yabancı gördükleri bir şeye duyulan “önyargıdır”. Aslında onların gözünden bakılmaya çalışılsa, onların inancına göre bilgiler edinilip onlar gibi anlamaya çalışılsa, kültürel çeşitliliğin kültürel önyargıdan çok daha gerekli olduğu kavranabilir. Bu tür bir önyargı sadece zihinde var olabilecek bir şeydir, o toplum ya da kültür üzerinde bir değişiklik sağlayamaz. Çünkü o artık bir “tabu”dur ve değiştirilemez sadece farklı dönemler içerisinde eleştirilebilir. Ama düşüncelerin getirdiği önyargılar ve dolayısıyla oluşan “büyük” tabular bu kadarla kalmaz. Daha kısıtlayıcıdırlar ve anlamaya yeltense bile sonunda kendi egosuna yenik düşer. Konuşmalarda ve hareketlerde de bu baskın halini yüksek miktarda belli eder. Bu duruma da birçok açıklayıcı örnek verilebilir. Mesela; bir baba ve kız, kendi müzik zevklerini tartışırlarken baba; kendi döneminin müziklerini yüceltir ve kızının dinlediği “yeni nesil” müzikleri anlamsız bulur. İşin enteresan ve kabul edilemez tarafı ise; o müziği dinlemeden ve o müziği icra eden kişinin görsel durumunu mercek altına alarak durumu değerlendirmeye çalışmasıdır. Cem Karaca şarkıları, babanın dönemi için paha biçilmezdir. Ama Hayko Cepkin şarkıları baba için “tipine göre” değildir. Bu en güçlü ve önüne geçilemez “önyargı” şeklidir. Çünkü baba kendi döneminin en yüce olduğunu düşünür ancak kızı da zaten kendi döneminin babanın döneminden de feyz alınarak yeni bir müzik şekli oluşturulduğunun bilincindedir. Çünkü o eskiyi dinleyip yeniyi öyle değerlendirmeyi seçmiştir. Ama baba; yeninin varlığını eskinin tadını aldığı için yok saymayı tercih eder. Bu durum; birçok “düşünce” konusu için de geçerlidir. Eski yeniden hep bir adım öndedir ve tecrübedir. Bu yüzden “yeni” ya da “farklı” olana “önyargıyla” yaklaşılır. Hâlbuki yeni, eskiyi yok saymaz, ona “önyargıyla” yaklaşmaz; sadece üzerine inşa eder ve bunu yaparken de “kendince” bir eksikliği gidermeye çalışır ya da eksik olmayanı daha çok zenginleştirmeye odaklanır. Bu da var olana güvenip düşünmeye izin vermek demektir.
Toplum için düşünce yasakları; bir babayla kızın tartışması kadar zararsız sona ermez. Geri adımlar atmaya zorlar ve korkuyu çoğaltır. Devamlı kendini savunmaya çalışmaktan helak olur insan. Şans verilmediği için “önyargılar” havada uçuşmaya ve etrafa doluşmaya başlar. En sonunda da yaptırımlara boyun eğip “sistemin” düşüncesine sahip olunur. İnsanlar; hep aynı “önyargılardan” doğan hep aynı yüzlere bakmaya ve hep aynı sözlerden doğan aynı yalanları duymaya başlarlar. Farklı düşüncelere tanık olduklarında, “önyargı” içermeyen bakış açılarına sahip başkalarını gördüklerinde tepkisiz kalırlar ve arkalarını dönüp yürümeye devam ederler. Çünkü alışılmışın dışında fikirler; ölü doğanlardır. İyi olup kötü düşünmeyi sadece kendimize bıraksak; farklılıkla önyargıyı tokatlamış oluruz. Bunun için çırılçıplak bir cesaretle doğru kartları kullanmayı bilmek gerekir. Elimizi “masaya” vurup “düşüncelerimizi” göstermemiz gerekir ve bence doğru düşüncelerin azlığı; yanlış “jokerlerin” çokluğunu devre dışı bırakabilmelidir.